Albert Bayer
Say
Kitap Pazarlama, 1982
Bilim ve Ahlak
Kimileri
“Bilim ahlaka aykırıdır, insana kötülük eder” diyor. Onlara göre, bilim öldürme
güçlerimizi
çoğaltmakta, insanı makineye köle etmekte, kinin budalalığın eline tehlikeli
silahlar
vermekte; insanların iyiliğine çalışır göründüğü zaman bile, lüksü, açgözlülüğü,
doymazlığı
daha da azdırmaktadır. Onu sıkı bir düzen altına alalım.
Kimileri
de daha yumuşak davranıyorlar. Bilimi suçlamıyorlar, seviyorlar onu; bilimden,
sağlık
işleri için bir takım teknik bilgiler, ya da ekonomik düzen için birtakım ustalıklar
istiyorlar.
Ama bilimin bir kural koymasına, bir ülkü sunmasına gelemiyorlar. Onlarca,
bilim
özü
gereği sadece görür, yargılamaz: Ahlaka aykırı değil, sadece ahlak dışıdır.
İki
düşünce de aynı ölçüde bilime zararlıdır. Ahlak, pratik birtakım öğütler yığını
değil, bir
ülkünün
dile gelişidir.
Bilim Ahlaka Aykırı mıdır?
Ortaya
atılan ilk karşı düşünce şu: Bilim ahlaka aykırıdır. 1914 – 1918 yılları arasında
on beş
milyon
insan savaşta can verdi. Bu ölüm işi için kim silahlandırdı ulusları? Bilim.
Tagore’ya göre: “Bilim üzerine kurulan yaşayış kimi insanların hoşuna
gider. Çünkü onda
sporun
bütün özellikleri vardır. Ciddi görünmeye çalışır ama derinliği yoktur, insanın
yüce
yanını
hesaba hiç katmaz”. Einstein ise: “Bilim bugüne dek köleler yaratmaktan başka bir işe
yaramadı;
savaş zamanında bizi zehirlemeye, paramparça etmeye yarıyor; barış zamanında da
yaşamımızı
kararsız hale sokuyor. Bilimler, insanları kafa işlerine adayıp büyük ölçüde
kölelikten
kurtaracak yerde, onları makinenin kölesi yapmıştır. İşçilerin büyük bölüğü
uzun
ve
sıkıcı günlerini tiksinti içinde geçirirler, ama bu bile o zavallı ücretleri
için titremekten
alıkoyamıyor
onları”. Einstein, bilimler için “Bir bela” diyecek kadar ileri gidiyordu. Pascal
ise:
“Bilimler insanın harcı değildir ve insan onları bilmekle, bilmemekten daha çok
yitirir
insanlığını”
demektedir.
İnsanı
yanıltan, bilimin kendisi ile pratik uygulamalarının birbirine karıştırılmasıdır.
Sokaktaki
adam için bilim, bilgin ile teknik adamın birbirinden ayrılmaz işidir. Bilim
teknikten
apayrı bir şeydir: Yalnız ve yalnız olayların, olaylar arasındaki ilişkilerin çıkarsız
araştırılmasıdır.
Yüzlerce yıl boyunca, bilim ile teknik birbirine karışmıştır. İster fizik,
ister
biyoloji,
ister toplumbilim olsun, bilginin görevi deney ve aklın ortak çabası ile
olaylar
dediğimiz
şeyle yasalar dediğimiz şeyleri iyice belirtmektir sadece.
Pozitif
araştırmanın ruhunu kavramış kimse için, bilginin yasası ile yasacının yasası
apayrı
şeylerdir.
İkincisi bir takım buyruklar, birincisi ise gözlemler ve yorumlardır. İkincisi
olması
gerekeni,
olması istenileni yapmaya, birincisi ise olanı anlamaya yönelmiş bir çabadır.
Bilgin,
bir bilim adamı olarak, kendini yalnız anlama işine verir ve kurallar koyma
kaygısına
düşmez.
Yasa diye adlandırdığı bütün bu tasarımlar neye yönelmektedir? Onun gözünde
bunların
bir tek amacı var: Bunlar bize evrenin gittikçe doğru, yani daha geniş ve daha
ince
bir
imgesini vermelidirler. Bilginin yaşamı bir tek sözcükte toplanır: Öğrenmek. İnsan
gereksinimlerini,
isteklerini, tutkularını karşılamak için bundan faydalanmaya bakar: İşte o
zaman,
teknik ya da zanaat dediğimiz şey ortaya çıkar. Pozitif araştırmanın sağladığı
bilgi
başka,
teknik adamlarının bu bilgiden istedikleri gibi yararlanmaları başkadır; bilgi
başka şey,
onu
kullanma başka şeydir. Buluşu uygulayan adam bir makine, bir araç yapar da salt
bilgiden
öte
bir takım amaçlara yönelirse, bilim alanından çıkar ve artık yaptığı her şeyde
kişisel
sorumluluk
yüklenmiş olur. Bilginin tek isteği ise, bilgiye ulaşmaktır. Bilgisini bu ahlakın
buyruğuna
verebilir. Ama bu ahlak bilim ahlakı değilse, o zaman bilim, kendini yarattıktan
sonra
kullananların davranışlarından sorumlu değildir. Bilim üstüne hakça bir yargıda
bulunmak
isteniyorsa, bilimin kendisi, niyetleri ve görevi üstüne yargı yürütmek
gerekir.
Bilim Ahlakdışı mıdır?
Bilim
ahlaka aykırı değildir, kabul; ama ahlakdışıdır öyleyse; yalnız gerçeği
aramaktan başka
kaygısı
olmadığı için iyi ve kötü ile ilgilenmez; bu yüzden, bir ülkü aramak için
bilime
başvurmak
delilik olur. Ahlakçı olması gerekeni, bilgin de olanı arar. Bilmekte usta,
iyiyi
kötüyü
göstermekte güçsüz olan bilim, özü gereği ahlak dışıdır. Ondan bir takım yaşama
kuralları
istemek, onu küçümsemek, ona ihanet etmek olur. Bilim gerçeği görür, kurallar
koymaz.
Olanı söyler, olması gerekeni değil. Bilimsel geçinen bütün ahlaklar, pozitif
araştırmanın
ne olduğunu bilmedikleri için bilimselliğe kalkışmışlardır. İnceleme konusu
olarak,
olanı değil olması gerekeni ele aldığımız anda, bilginin hem işini, hem işinin
ruhunu
küçümsüyorsunuz
demektir.
Bilim
bize, insan topluluklarının ahlaksal düşüncelerinin ne olduğunu, nasıl geliştiğini
söyleyebilir;
ne değerde olduklarını, ya da nasıl olmaları gerektiğini söyleyemez. Lécy-
Bruhl’a göre: “Bir topluma ancak kendinde var olan ahlak
verilebilir”. “İklim değiştirince
niteliğini
değiştirmeyen haklı ya da haksız hiçbir şey yoktur. Kutuplardan üç derece
yükselme
bütün
hukuk sistemini altüst eder. Doğruluk bir boylamdan öbürüne değişir. Az bir
süre içinde
temel
yasalar değişir. Aynı şey Pirenelerin bu yanında doğru, öbür yanında yanlış sayılır.
Bilim Ahlakı
Bugüne
dek bir ahlak bilimi kurmaya çalışılmışsa da, bu yoldaki çabalar boşuna gitmiştir.
Çünkü
kurallarla ilgili olanın bilimi olamaz. Bilim ahlakı, bilim araştırmasının
kendinde
bulunan
ahlak ilkelerinin bütünüdür. Bunlar, bilimi doğuran, yaşatan, ona amacını
gösteren,
yöntemlerini
esinleyen kurallarla ilgili düşüncelerdir.
Bize
bilimi veren ahlak nedir? Yalnız işten anlayanlarca az çok bilgince düzenlenmiş
ilkelerin
tümüne
ahlak adı veririz. Toplumsal açıdan bakan kimse için ahlak, toplumsal olaylarda
ortaya
çıktığı biçimiyle, iyi ve kötü arasındaki ayırımdan başka birşey değildir. Batı
toplumlarının
geçirdiği en büyük ahlak değişikliği köleliğin ortadan kaldırılmasıdır.
1.
Ahlak bilimi boş kuruntudan başka birşey değildir. Yüzyıllardır boşu boşuna ardından
koşulmuştur.
Bilim ahlakı ise, bir gerçektir.
2.
Bilim ahlakı, insan topluluklarına sunulan bütün ahlaklara, güzellik bakımından
eşittir
ya
da onlardan üstündür. Bugün, hiçbirinin yapamadığı ölçüde yaşamımızı düzene
koymak
ve coşkumuzu tazelemek bakımından öbür ahlaklardan daha yetkili olduğu
açıktır.
Aklın Üstünlüğü
Bilimiz
gelişmesinde gelişmesinde yeri olan ilk düşünce şu: Biz insanları üstün yapan şey,
gittikçe
daha çok ispatlı gerçeklere varmak için aklın yeni buluşlara atılışıdır. Gerçek
bilim
çıkar
gözetmez; bir sorunla karşılaşınca, bunu çözümlemekle işe yarar bir sonuç alınır
mı,
alınmaz
mı diye uğraşmaz. Bilimin derdi, bilinmeyen bir şeyin yerine bilineni, bir
gizin yerine
bir
kavrayışı koyabilmektir. Bir takım tasarımlarla yetinen ünlük yararın üstünde
ruhumuza
işlemiş
olan ve hiçbir işe yaramasa da, evreni kavramaya çalışan yalın merak vardır.
Bilim,
anlama,
yani bizim olay dediğimiz şu yapıları yükseltme ve akılla kavranılır bir düzene
sokma
yolunda
bir çabadır. Kendini bu işe vermiş kimselerin işbirliğini ister. Kuşkular, kaygılar
yakasını
bırakmaz onun; insandan kendini vermesini ister bu çaba. Bilim adamları düşüncenin
buluşçu
yanını her şeyin üstünde tutmaktadırlar. Bilim ahlakının yüce ilkesi aklın
önceliğidir.
Birçok
din adamı ve filozoflar bütün üstünlüğümüzün akıldan geldiği konusunda anlaşırlar.
Bu
noktada, bilginlerden uzak değildirler. Yolu onlar açmıştır. Bilim araştırmayı
sonsuz
olarak
düşünür ve bizim üstünlüğümüzü, zaman ve uzayda hiçbir sınır tanımadığı bu
araştırma
ve buluşlarda görür. Oysa dinler mutlak’a varmak kaygısında olan felsefeler aklı
kesin
bir takım durumlarda durdurmak isterler.
Pascal’ın
ünlü sözü şöyledir: “İnsan, doğayı o yüce ve olgun görkeminde seyre bir dalsın
hele”.
Daha sonra mistik düşüncelere kapılan Pascal: “Herkesin paylaştığı yanlışlarla
yetinmemizi
istiyor, çünkü hiç olmazsa bunlar bizi araştırmaktan alıkoyar”.
Eski
Yunan-Latin dünyasında, aklı coşturup bilimsel gerçekleri araştırmaya zorlayan
çok
güçlü
bir istek vardı. Bu istek, Epikhuros okulunun evreni akıl yoluyla açıklamaya
çalıştığı
günlerde
etkiliydi. Sonra bu ateşli istek söndü. Roma uygarlığı, birinci yüz yılda,
Fransa’yı
kapladığı
zaman, bilim alanında kazanılmış ne varsa bir bir kaybetti; pozitif araştırma
alanındaki
araştırmalar durdu, akıl kendi üzerine kapandı. Epikhuros okulu hem ağır basan
Hıristiyanlığın,
hem de Julianos’un lanetine uğradı. Mystére’lerin (dinsel oyun) o tembel
ülküsü
baskın çıktı. Sonuç: Öbür ülkü yeniden uyanıp hümanizma ile birlikte öcünü alıncaya
kadar
aradan yüzyıllar geçti.
Auguste Comte, değişmeyen bir düşünce, ahlak ve politika düzeni kurma
sevdasındadır. Oysa
bilim
devinimdir ve dizginlenip durdurulmadığı sürece de düşman durumuna düşmektedir.
Comte’a
göre: “Evreni tam olarak bilmek, elimizde olmadığı gibi, doymak bilmeyen
merakımızın
dışında, bu bilginin bize getireceği önemli bir şey de yoktur”.
Victor Hugo ise şöyle yazıyor: “Bilim sonsuz devinim arar. Onu bulmuştur
da. Bilim
devinimin
ta kendisidir. Bilim getirdiği iyiliklerden yana durmadan değişme halindedir.
Onda
her
şey devinir, değişir, kabuk değiştirir. Her şey her şeyi yalanlar, her şey her şeyi
yıkar, her
şey
her şeyi yaratır, her şey her şeyin yerini alır. Dün doğru diye benimsenen şey,
bugün
yeniden
gözden geçirilir. O yüce bilim makinesi durmak dinlenmek nedir bilmez; hiçbir
zaman
doymaz; en iyiye olan susuzluğu tükenmez. Mutlak’a gelince, yabancıdır ona.
Bilim
insanın
dört bir yanında tedirginlik içindedir”.
Bilime
karşı öfke şuradan gelmektedir. Auguste Comte, değişmeyen bir düşünce, ahlak ve
politika
düzeni kurma sevdasındadır. Oysa bilim devinimdir ve dizginlenip durdurulmadığı
sürece
de düşman durumuna düşmektedir.
İnsan,
bir şeye sahip olmanın verdiği o burjuva güvenliğinden vazgeçip, bütün
tehlikesiyle
birlikte
aklın o büyük serüvenini kabul ettiği ölçüde insandır. İnsanın asıl üstünlüğü,
gittikçe
daha
çok öğrenme yolundaki bitmez tükenmez çabasında olduğuna göre, biz insanların
ilk
ödevi,
herkesin bu üstünlükten yararlanmasına çalışmaktır. Kafa çalışması, maddesel
kaygılara
karşı bağımsızlık ister. Bilim savaştır, düştür, serüvendir, umut ve coşkudur.
Durdurulamayandır
o.
Birlik İlkesi
Bilimsel
çabanın ikinci ülküsü birliktir. Bilim her zaman ve her yerde, herkesin anlaşmasını
ister.
Dinler, felsefeler, bilimden çok önceleri, akılları uzlaştırmak, bir tek
gerçekte
birleştirmek
istemişlerdir. Reform, dini yeniden gençleştirmeyi, evrensel yapmayı
düşünmüşse
de, eski Hıristiyanlığı ikiye bölmekten öteye gidememiştir. Büyük dinler
insanların
vicdanlarını paylaşma yolunda yarış halindeler. Ama işin acı yanına bakın ki,
birlik
kurma
istekleri onları birbirlerine salıyor ve barış istekleri de savaşa dökülüyor.
Bilim
uzlaştıran
şeydir.
Euklides’in,
Pythagoras’ın denklemleri, Archimedes’in buluşları önünde artık ne Platon’culuk
vardır,
ne de Epikhuros’culuk. Kepler ve Galileo yasaları önünde ne Jansenius’lar, ne
de
Cizvitler,
ne Tomaso’cular, ne de Descartes’çiler, ne Spinoza’cılar vardır artık. Newton’la
Einstein’ın
karşısında, ne Yaradancılar, ne dinsizler, ne Kant’çılar, ne Comte’cular, ne
idealistler,
ne faydacılar vardır: herkes tam uyum içinde anlaşmaktadır. Katolik, Protestan,
Musevi,
Müslüman bilginler vardır. Ama Katolik geometrisi, Protestan, Musevi, Müslüman
geometrisi
diye birşey yoktur. Fransız, İngiliz, Alman, Rus fizikçiler vardır: Ama
fizikte,
Fransız
gerçekleri, Alman gerçekleri diye birşey yoktur.
Eski
ahlaklar “Birleşin” diyordu ama ayrılıkları artırıyordu: Bilim ahlakıysa
susuyor ve
birleştiriyor.
Hangi yoldan? Bildiğimiz yoldan: Akla ve deneye dayanan ispatlama yolundan.
Bilgin,
fizikçi ve toplumbilimci niçin ispatlama işinde bunca sıkı yasalara uyuyor?
Bilgin
yalnız
gerçeğe ulaşmak ve kişisel bir inanca varmak istemiyor, bu inancın paylaşılmasını,
bu
gerçeğin
herkes için apaçık olmasını istiyor da ondan. İnsanın insana sevgi ve saygı
beslemesi
bilimsel
araştırmanın ruhudur.
Kimi
kez kaba güç, çıkar ve duygu da bir birlik yaratabilir. Ağızları tıkanmış
vicdanlar, öç
alma
saatini beklerler sessiz sessiz; bu saat de, gelir çatar er geç. Çıkar üzerine
kurulan
anlaşma
kimi zaman daha sağlamsa da, basit ve geçici olmaktan kurtulamaz; çünkü bir an
için
bir
noktaya yönelen çıkarlar, çarçabuk yön değiştirir. Duygu üzerine kurulan anlaşma
daha
soyludur
ama çabuk bozulabilir; çünkü duygu değişken, kimi zaman da kördür; çünkü
gerçeğin
kesinliklerine kolay kolay uyamaz.
Gereği
gibi ispatlanmış gerçeklerin ortakça benimsenmesinden doğan anlaşma ise, tam
tersine,
sapasağlam bir temele dayanır ve artık rastlantıların, tutkuların oyuncağı
olmaktan
çıkar.
İnanmak istediği için değil, deney karşısında inanmamak elinden gelmediği için
inanan
kimse,
görüşünü değiştirmez. Eğer bilimin çağrısına uyup, başkalarını zorlayacak
yerde,
inandırmaya,
çelmeye, aklını yatırmaya çalışırsak, birliği güvenli bir temel üzerine oturtmuş
oluruz.
Özgürlük İlkesi
Bilim
ahlakının üçüncü ilkesi düşünce özgürlüğüdür.
Büyük
dinler bu özgürlüğü temelsiz sayıyor, ona saygı göstermiyorlar. IV. Yüzyılın
ortalarında,
bir imparatorluk buyruğu, puta taparlığı ölümle cezalandırıyordu. Yahudi dinine
karşı
aynı hoşgörüsüzdür. Son olarak, katıksız Hıristiyan olmayanlara, yani sapkınlara
da
inanç
özgürlüğü tanımazdır.
Batılıların
dünyasında, cellâtların düşünceye saldırdıkları bir karanlık çağ başlıyor: Bu
çağda,
Haçlılar,
inançsızları ya da Albegios’ları öldürmekle cennete gideceklerini sanmaktadırlar.
İncil’i
yorumlamada anlaşamayan Katoliklerle Reformcular savaş alanlarında birbiriyle
çarpışmaktadır.
Fransız
Devrimi, İnsan Hakları’nı kamuya bildirdiği zaman, eski hoşgörüsüzlük
yasalardan
atılıyorsa
da Kilise dogmalara bağlı tutumunu elden bırakmıyor. Papa Pius VI, 20 Mart
1790’da,
İnsan hakları Bildirgesi’nin maddelerini lanetliyor. Papa Gregorius XVI. şöyle
yazıyor:
“Herkese inanç özgürlüğü tanımak ve bunu sağlama bağlamak isteyen o yanlış, o
yersiz
kural, daha doğrusu o sayıklama, aldırmazlık öğretisinin zehirli kaynağından çıkıyor”.
Mutlak’ı
öne sürdünüz mü, ister istemez özgürlüğü yok saymış olursunuz.
Özgür
düşünce haklarını hiçe sayan, ya da sakatlayan yalnız dinler değildir.
Toplumların
düzeniyle
ilgili filozofça düşünceler de kendilerini zorbaca savunmuşlardır. İnsan inandırıp
kandıramadığı
zaman öcünü onur kırmakta arar; yasalarda yer alan özgürlük de törelerden
kovulur.
Bilimin büyük özelliği, lanetlere de, aforozlara da yabancı kalmış, özgürlüğü
davranışının
yasası yapmış olmasıdır. Bilim, yaptığı tanıtlamaları kimseye zorla
benimsetmez,
kendiliğinden
benimsenir onlar. İnsan kafasının bunlara katılmasından daha özgürce, daha
kendiliğinden
bir şey olmaz. Kendini ele vermeyen gerçek karşısında bilginler duraksar,
bocalar,
birbirlerine danışırlar. Herhangi bir düşünceyi sınırlamak hiçbirinin alından
geçmez.
Uyanık
kafaların çarpışmasından gerçek ortaya çıkar ve umulmadık şeyler üzerinde birliğe
varılır.
Araştırma dünyasında herkese tanınan özgürlük, istemeye istemeye de yarım ağızla
verilmiş
bir özgürlük değil, oyunun kuralı, başarının koşuludur. Bu bağımsızlık, araştırmanın
yalnız
yasası değil, ruhudur da.
Mutlakçı
dinler ve felsefeler, her şeyden önce, düşüncenin kesin olarak varacağı değişmez
bir
takım
durumların peşindedirler. Oysa bilim yeni yeni atılışlar için durmadan dayanak
noktaları
arar kendine. Özgürlük, tartışmanın yasası olarak kalıyor.
Dogmalar
zorba güce karşı dayanırken; mutlakçılığın egemen olduğu yerde, ister istemez,
zorbalık
da egemen olurken, bilim tertemiz kalır, ellerini kana bulamaz. Özgür araştırma,
özgür
tartışma pozitif araştırmanın ruhudur. Dinin bilime karşı savaşmak için devlet
gücünü
yardımına
çağırdığı çok görülmüştür.
Bilim
ahlakının üçüncü ilkesi, bizleri düşünce özgürlüğünü sevmeye, onu hem kendimiz,
hem
de
başkaları için sevmeye çağırıyor. Özgürlüğü kabul edelim, çünkü iyi bir şeydir,
verimlidir,
ilerlemenin
baş koşuludur. Düşüncelerin özgürce dile getirilmesi, bir takım aşırılıklara
kaçılsa
bile,
yine de bağıntılı gerçeğin ortaya çıkmasına yardım eder.
Bilim
ahlakı, yalnız başkalarının özgürce düşünmesini, düşüncelerini özgürce dile
getirmesini
değil,
her anlayış çabasında yer alan o peşin ilgiyle ve saygıyla dinlenmesini de
ister.
Bugünün
yanılgısında yarının doğrusunu selamlar. Bilim ahlakı, politik alanda özgürlük
sözcüğünün
yarattığı anlaşmazlığı ortadan kaldırmaya yardım eder. Özgürlük, düşüncenin her
çeşit
baskıya karşı korunduğu yerde vardır ancak. Düşünceleri ulaştırma araçları aklın
buyruğunda
değil de, paranın buyruğunda kaldıkça, özgür düşünce alışverişi bir
aldatmacadan
öteye
geçemez.
Gerekircilik ve Hoşgörü
Buraya
kadar, sadece ergin bilimlerin, yani fizik ve biyoloji bilimlerinin gelişmesinde
yeri
olan
ilkelerden söz edildi. Bu bilimlerin yanına toplumbilimi de koyacak olursak,
bir
dördüncü
ilke ortaya çıkar: Hoşgörü.
Eskiden,
astrolog her gezegende, ya da yıldızda Tanrının yüksek istemini görmekteydi.
Toplumbilim
de insanların davranışlarını, insan teklerinin özgür seçimleriyle değil, eşyanın
doğasından
oluşan yasalarla açıklamaktadır. Her toplumsal gerekircilik, ister istemez,
bütün
insanlara
karşı anlayışlı bir hoşgörü getirir.
Bizden
öncekiler ve çağdaşlarımızın bazıları için, kötülük yapan insan, onu yapmakta
özgürdür.
Onu uyardığımız, eğitip doğru yola soktuğumuz zaman, üstümüze düşeni yapmış
sayılırız.
Buna karşın, yine kötülük yaparsa, isteyerek yaptı demektir. Suç kendinindir.
Öyleyse,
suçluya yapılanı yapabiliriz ona; adalet hor görülmesini, hüküm giymesini, ceza
çekmesini
ister onun.
İyileri,
doğruları öven, kötüleri yerin dibine batıran sayısız ahlaklar buradan geliyor.
Yanılmaz
bir yargıcın bizi yargılayacağı kıyamet günü, Tanrının iyi kulları için cennet,
kötü
kulları
için cehennem tasarlayan dinler buradan geliyor.
Toplumsal
barış günlerinde, asıl sorun artık haksızlığı sürdürenlerle savaşmak ve onları
yok
etmek
değil, eğitmektir. Eğitimse nefreti, kini kendinden uzak tutar; anlayış
göstermemizi
ister
bizden. Özgürlük, istediği kadar yasalarda yazılı olsun, törelere ve ruhlara işlemekten
sonra,
sözde kalır. İnsanlık tarihinde, faşistlik görülmemiş bir gerilemedir.
Sayısız
dinler ve felsefeler, herkese: “Erdemli olmaya, kendi ruhunuzu kurtarmaya bakın!”
diyerek,
ahlak sorununu basite indirmişlerdir. Dört bir yanı kötülükler, bayağılıklarla
çevrili
bir
insanın kendi kusursuzluğu ile övünebilmesi olacak şey midir? Bireysel denilen
ahlak
topluluğun
ahlakına bağlıdır ve asıl sorun da, bir insan topluluğunun şu ya da bu üyesini
yükseltmek
değil, topluluğun kendisini yükseltmektir. Bilim ahlakı, toplumlarımızı
yükseltecek
güçte olan şu iki büyük duyguyu, kötülükten nefret ile insan sevgisini
uzlaştırmamızı
başaracaktır.
Başarı Koşulu
Yeni
buluşlara atılan aklın coşkusu, birlik özlemi, özgürlük tutkusu: İşte, bilimsel
araştırmada
yer
alan ilkeler, bu araştırmayı yaratan, yöneten ve yaşatan ülkü. Bilim kendini
oluştururken
kendisinden
ayrılmayan bu ilkeleri de yaymış olur. Bilim ahlakı, yerleşmiş bir takım eski
güçlerle
çatışma halindedir. Gençliğin eğitimini bilimin dışında doğmuş olan bir takım
dinler
ve
felsefeler yönetiyor.
Bilim
ahlakı, buluşçu, düşünce güçlerini coşturan bir ahlak olduğu içindir ki, teknik
adamları,
saptanmış
olaylardan ve bilinen yasalardan sadece bu coşkunun yararına yararlanacaklardır.
İnsanları
ekonomik kölelikten kurtarmayı kendilerine iş edinecek; maddesel hazları
artırmaktan
çok, tek tek ve bir arada herkese, kendi çabasının büyük parçasını düşünsel
hazlara
ayırma yollarını sağlayacaklardır.
Bilim
ahlakı dünyayı birliğe götürme kaygısı olduğu için, ondan esinlenen teknik
adamları,
çıkar
gözetmeyen araştırma sonuçlarının kin ve ölüm işinde kullanılmasını
istemeyeceklerdir
artık.
Bilim ahlakı özgürlük saygısı olduğu için, esinlerini ondan alan teknik adamları
herhangi
bir zorba gücün buyruğuna girmeyeceklerdir. Geleceğe yönelme her ülkünün
özüdür.
Tarih
bize şunu öğretiyor: Bilimsel bilginin ilerlemesi, eninde sonunda önüne
geçilemez bir
şey
de olsa, bu ilerleme aynı ve sürekli değildir. Bütün insan eserleri gibi bilim
de, ancak ona
hizmet
edecek olanların coşkun atılışları ve tükenmez sabırlarıyla yaşayabilir.
Bilim ve Coşku
Öteden
beri alışılmıştır: Şiirin coşkusuna bilimin soğuk sertliğini karşı koyarlar.
Bir yanda
atılış,
fantezi, düş; öte yanda, sayıların kuru sertliği. Bilim ahlakı aynı zamanda ve
daha önce,
duygu
ahlakıdır da. Birinci ilkesi ispatlanmış gerçek aşkı, yeniyi bulan düşünce
sevgisi; ikinci
ilkesiyse,
kardeşlik duygusudur.
Nerden
geliyor bu sevinç? İnsanın, ispatlanmış gerçek alanını genişleterek yapabileceği
işlerin
en
büyüğünü başarabilme duygusundan. Çıkar gözetmeden gerçeği araştırma biz
insanlara
özgü
bir şeydir, özelliğimizi yapar bizim. Düşünce, akla uygun bir düzen kurunca,
dünyayı
avucunun
içine alır.
Tanrıbilimcilerle
filozofların kafasında Tanrısal Varlık’ın büyüklüğü, her şeyi bilmenin ve
önceden
bilmenin tadını tatmasındaydı. Ama bilim adamının sevincini, metafiziğin Tanrılara
yakıştırdığı
sevinçten daha da çekici yapan şey, bilgi coşkusuna araştırma coşkusunun, aklın
nesneler
üstündeki egemenliğine yoldaşlık eden şu serüven duygusunun eklenmesidir.
Astronomların,
hesap ve deney yoluyla sonsuz küçüğü yenmekte olan fizikçilerin sevinci
yanında
bir kenti ele geçiren saldırıcının sevinci nedir ki? Thierry’e göre: “Şu kör, şu umutsuz
ve
acılı halimle kesin olarak söyleyebilirim ki, dünyada madde hazlarından, hatta
sağlıktan da
değerli
bir şey varsa, o da, kendini bilime adamaktır”.
Bilinmeyen
dünyaları bulmanın katıksız coşkunluğunu da yalnız bilgin duyabilir. İnceleme,
gerçeğe
doğru bir çeşit yol alma olan inceleme, herkese aynı çeşitten hazlar verir. Öğrenmek
isteyen,
bilim yoluna giren herhangi bir kimse bilgin’in sevinçlerini paylaşır, onun
gibi
anlamanın
gururunu duyar, karanlıklardan yavaş yavaş anlaşılır bir dünyaya çıkmanın
coşkusunu
tadar. Bilginler, öğrencileri, araştırmanın bunalımları, umutları, düş kırıklıkları
ve
sevinçleriyle
daha yakından ilgilendirseler, o zaman bu genç kafalar bilimin canlı güzelliğini
yapan
şeyi daha içten duyup anlayacaklardır.
Öğrenme
sevincinden aşağı kalmayan bir başka sevinç de, düşünen insanlarla kendini
birlik
halinde
duymanın, “ispatlıyorum, öyleyse birleştiriyorum” diyebilmenin verdiği
sevinçtir.
İnsanoğulları,
mutluluk dedikleri şeyin en temizini, kendilerini başkalarına yaklaştıran
duyguda
aramışlardır. Rousseau’ya göre: “Biz yalnız kendimizin değil, başkalarının da
mutlu
olmasını
istiyoruz ve bu mutluluk bizimkine zarar vermedikçe onu arttırır”.
Bilim
ancak özgürlük içinde ve özgürlükle gelişir. Herkesin hakkı olan insanca
mutluluk,
başlıca
gücümüz olan aklımızın özgürce gelişmesinden doğar. Kötülüklerin en aman sızı,
aklın
atılışını durdurmaktır. 1634’te Descartes, Galileo’nun bazı buluşlarından çıkardığı
sonuçlar
için Mersenne’e şunları yazıyor: “Çok kesin, açık seçik tanıtlamalara dayandıklarını
bilmeme
rağmen, Kilise’ye karşı onları dünyada desteklemek istemem”. Bir ispatlamayı “çok
kesin,
açık seçik saymak”, sonra da herhangi bir otoriteyle uzlaşmıyor diye onu
desteklemekten
vazgeçmek acı bir şeydir. Özgürlüğü isteyen tehlikeyi de istiyor demektir ki,
bu
da bazen acı çekme tehlikesidir. Voltaire ise: “En büyük acı, acıtmaz olmuş
zincirlerin
acısıdır,
köleliği kabul etmenin, başkaldırmaktan vazgeçmenin acısı. Oysa sevinçlerin en
temizi,
durmadan kazanılan, yeniden ve yeniden kazanılan özgürlüğün sevincidir”.
Durkheim’le
birlikte, dinsel yaşamın ilkel biçimlerine bir bakalım. Ne buluyoruz her yerde?
Amansız
bir korku. Mana denilen korkulası güç. Daha yeni dinlerde, somut Tanrılar,
yavaş
yavaş
soyut Mana’nın yerini almaya başlıyor. İnsan niteliğinde Tanrılar düşünmek
bir zaman
için
yararlı olsa da, insanoğluna rahatlık ve güven getirmekten çok uzaktır.
Ölümlülere düşen,
korkmak
ve boyun eğmektir. Sağlık ve zenginlik getireceğim diyen eski dinlerin yerini,
mutlu
bir
ölümsüzlük umudu veren ahretlik dinler alınca, yeni bir adım atılmış oldu. İnsan,
“korkular,
titremeler” içinde yaşamak zorunda kalıyor yeni baştan.
Din,
Lucretius’un şu sözlerini hak etmiştir:
Ne kötülükler etmemiş bu
din......
Dinin
yapamadığını yapmak, yani korkuyu ortadan kaldırmak için ne etmeli? Dünyayı
açıklama
çabasında, tanrısal varlıkların o değişken, o korkunç, o kestirilemeyen istemi
yerine,
doğa
yasalarının anlaşılır düzenini koymalı. Doğa
için gözlem ve akıl gerek diyen
Lucretius,
bilimin
ruhunu açıklıyor. Vergilius şunları diyor:
Ne
mutludur o kimse ki
Kavrar
nesnelerin nedenini
Atar
bütün korkuları bir yana
Boş
verir yakarmaya alınyazısına
Tamunun
korkusuna gürültüsüne
Alır
tümünü ayağının altına!
Ortadan
kalkan her bilgisizliğin ardından yeni bir güven doğar. Yıldırımlar, depremler,
su
baskınları,
salgın hastalıklar, korkudan titreyen biz ölümlülere, anlaşılmaz ya da hevese
bağlı
birer
ceza gibi değil, aklın kavrayabildiği yasaların birer sonucu olarak
gözükmektedir artık.
Bunları
anlamak biraz da yenmek demektir. Güvenlik diyorum, iç rahatlığı demiyorum.
Çünkü
bilim ruhu, ahret mutluluğu, üstün mutluluk adına ne varsa hepsine karşıdır.
Bilimiz
eseri,
gerekli ağırbaşlılığı içinde, baştanbaşa sevinç, sevgi ve dirlik eseridir. Aklını
işletenlerle
düşünce
ve duygu ortaklığı yapmak ve düşünen bütün insanların bir gün, gerçekten yaşayan
varlıklar
olması için çalışmak yetmez mi onun mutlu olmasına?
En Son Karşı Düşünce
İleri
sürülen en son karşı düşüne şu:
“Pekâlâ,
diyorlar bize, bilimin kendi alanı, hem de geniş bir alanı var, kabul; ama
evrensel bir
alan
değil bu”. Bilimin yanıtsız bıraktığı noktalar üzerinde onun yerine, başkalarının
konuşması
doğru olmaz mı? Bu karşı düşünceler, Hıristiyanlığı savunanlarca çok kez ileri
sürmüştür.
Okuyorum sanan kör, biliyorum sanan delidir. Yalnız “seviyorum” diyen tanrıya
gider.
Bize bilginin kapılarını açacak olan araştırma değil, ölümdür; bizi, yüce Varlık’a
büründüren,
onunla birleştiren ölümdür.
Bugün
bilim her şeye karşılık vermiyor. Ruhtan, Tanrıdan, ölmezlikten söz açtınız mı,
susuyor.
Yer ve zamanın etkisine dayanamayıp, özü gereği, ister istemez yok olacak kesin
bir
bilginin
pek değeri olmadığını düşünmek, hakkımız, görevimiz değil midir? Gerçekleşmiş
bir
olay,
daha iyi gerçekleşen bir başkasına yerini verdiği zaman büsbütün ortadan
kalkmaz, yeni
kuram
bir öncekiyle birleşir ve onu aşmak için yine ona dayanmakla başlar işe. İddiacı
olmaları
dolayısıyla, toptan yok olmak kesin gerçeklerin yazgısıdır asıl.
Önce,
“mutlak” peşinde koşan dinlerin insanlara sunduğu “karşılıklar”, bunları kabul
edenlerin
kafasında tam bir güven, kuşkudan uzak bir umut yaratır diye kesin bir şey
söylenemez.
“İnsanlığın acılarını dindirmeye çalışan eski teraneler” onu uyutamamıştır ve
hiç
bir
tanıta dayanmayan sözler, onları benimseyenler için bile, değersiz kalmıştır.
Bilim için
“mucize”
diye bir şey olmadığı çok açıktır. Bilimin bütün işi, onları bir yasa kavramına
bağlamak
olacaktır.
Eskinin
“Bilmiyoruz, öyleyse inanalım!” sözüne, bilim “Bilmiyoruz, öyleyse araştıralım!”
sözüyle
karşılık veriyor. Gerçeği araştıranların ortak yazgısı, kendileri kadar, hatta
daha çok,
çocukları
için çalışmaktır.
İnsanlık Destanı
Bir
ülkü, ancak coşku verebilirse, ülkü adına hak kazanır. Hangi ülkü, bu bakımdan,
derin
bilim
kafasını yaratan ülküyle boy ölçüşebilir; hangi ahlak biz insanların serüven, şiir
susuzluğuna,
kendini bir şey adama isteğine böylesine coşturucu bir içki sunmuştur; hangi
din
insanda,
insan olma gururunu böylesine cömertçe yükseltebilir? Ahretlik dinler, Tanrıya
benzeyen
insan, yaratılışın odağıdır, kralıdır.
İnsafsız
bir mantığı olan Kutsal Kitap şöyle diyor: Gerçek Hıristiyan “bu dünyada
yaşamından
nefret eden kimsedir”. Ermiş Paulus’da: “Ölmek bir kazançtır benim için” diyor.
Ermiş
Augustines: “Yaşam acı bir şölendir” demiştir. Ama felsefeler şunu gösteriyor:
Bir
ülkü,
insanı yalnız geçmişte ve gelecekte yüceltir de, yaşadığı çağda alçaltır ve ona
dünyanın
sonunu
özletirse, sakat, hiç değilse, yarım bir ülküdür.
Düşünce
yoluyla, yani deney ve akıl yoluyla, insan kölelikten kurtulmaya başlıyor. Bir
ilk
parıltı
Akdeniz dünyasını aydınlatıyor. Sonra, Roma İmparatorluğunu silip süpüren bir
mistisizm
dalgası bilimi gerilere itiyor. Bilim, artık yüzlerce yıl, skolâstik ormanın
derinliklerinde
kaybolmuş incecik bir su sızıntısından başka bir şey değildir ve dehaların
sesi,
Oresme’lerin, Occam’ların sesi bir türlü duyuramıyor kendini. Rönesans’ın o büyülü
havasında,
bilim her zamandan daha canlı, daha atılgan, yeniden görünüyor. Korkunun,
gereksinimlerin,
boyun eğdirdiği aynı insanlık, bilimi yaratmaktadır.
Copernicus’la,
Galileo’yla, Kepler’le gök kubbenin fethine atılıyor. Yıldızlar çekim yasasının
buyruğundadır
artık ve gökler Newton’un utkusunu anlatıyor. Sanat da, bilim gibi,
düşüncenin
bir coşkusudur, çıkarsız bir yaratış, yükseklerde buluşma gücüdür. Bilim
buluşlardan
buluşlara atılırken, ahlak bu atılışa ayak uydurmuyor. Daha bilgili olmakla
daha
doğru
olmuyor insanlar.