24 Ekim 2013 Perşembe

BİLİM AHLAKI


Albert Bayer
Say Kitap Pazarlama, 1982

Bilim ve Ahlak
Kimileri “Bilim ahlaka aykırıdır, insana kötülük eder” diyor. Onlara göre, bilim öldürme
güçlerimizi çoğaltmakta, insanı makineye köle etmekte, kinin budalalığın eline tehlikeli
silahlar vermekte; insanların iyiliğine çalışır göründüğü zaman bile, lüksü, açgözlülüğü,
doymazlığı daha da azdırmaktadır. Onu sıkı bir düzen altına alalım.
Kimileri de daha yumuşak davranıyorlar. Bilimi suçlamıyorlar, seviyorlar onu; bilimden,
sağlık işleri için bir takım teknik bilgiler, ya da ekonomik düzen için birtakım ustalıklar
istiyorlar. Ama bilimin bir kural koymasına, bir ülkü sunmasına gelemiyorlar. Onlarca, bilim
özü gereği sadece görür, yargılamaz: Ahlaka aykırı değil, sadece ahlak dışıdır.
İki düşünce de aynı ölçüde bilime zararlıdır. Ahlak, pratik birtakım öğütler yığını değil, bir
ülkünün dile gelişidir.

Bilim Ahlaka Aykırı mıdır?
Ortaya atılan ilk karşı düşünce şu: Bilim ahlaka aykırıdır. 1914 – 1918 yılları arasında on beş
milyon insan savaşta can verdi. Bu ölüm işi için kim silahlandırdı ulusları? Bilim.
Tagore’ya göre: “Bilim üzerine kurulan yaşayış kimi insanların hoşuna gider. Çünkü onda
sporun bütün özellikleri vardır. Ciddi görünmeye çalışır ama derinliği yoktur, insanın yüce
yanını hesaba hiç katmaz”. Einstein ise: “Bilim bugüne dek köleler yaratmaktan başka bir işe
yaramadı; savaş zamanında bizi zehirlemeye, paramparça etmeye yarıyor; barış zamanında da
yaşamımızı kararsız hale sokuyor. Bilimler, insanları kafa işlerine adayıp büyük ölçüde
kölelikten kurtaracak yerde, onları makinenin kölesi yapmıştır. İşçilerin büyük bölüğü uzun
ve sıkıcı günlerini tiksinti içinde geçirirler, ama bu bile o zavallı ücretleri için titremekten
alıkoyamıyor onları”. Einstein, bilimler için “Bir bela” diyecek kadar ileri gidiyordu. Pascal
ise: “Bilimler insanın harcı değildir ve insan onları bilmekle, bilmemekten daha çok yitirir
insanlığını” demektedir.
İnsanı yanıltan, bilimin kendisi ile pratik uygulamalarının birbirine karıştırılmasıdır.
Sokaktaki adam için bilim, bilgin ile teknik adamın birbirinden ayrılmaz işidir. Bilim
teknikten apayrı bir şeydir: Yalnız ve yalnız olayların, olaylar arasındaki ilişkilerin çıkarsız
araştırılmasıdır. Yüzlerce yıl boyunca, bilim ile teknik birbirine karışmıştır. İster fizik, ister
biyoloji, ister toplumbilim olsun, bilginin görevi deney ve aklın ortak çabası ile olaylar
dediğimiz şeyle yasalar dediğimiz şeyleri iyice belirtmektir sadece.
Pozitif araştırmanın ruhunu kavramış kimse için, bilginin yasası ile yasacının yasası apayrı
şeylerdir. İkincisi bir takım buyruklar, birincisi ise gözlemler ve yorumlardır. İkincisi olması
gerekeni, olması istenileni yapmaya, birincisi ise olanı anlamaya yönelmiş bir çabadır.
Bilgin, bir bilim adamı olarak, kendini yalnız anlama işine verir ve kurallar koyma kaygısına
düşmez. Yasa diye adlandırdığı bütün bu tasarımlar neye yönelmektedir? Onun gözünde
bunların bir tek amacı var: Bunlar bize evrenin gittikçe doğru, yani daha geniş ve daha ince
bir imgesini vermelidirler. Bilginin yaşamı bir tek sözcükte toplanır: Öğrenmek. İnsan
gereksinimlerini, isteklerini, tutkularını karşılamak için bundan faydalanmaya bakar: İşte o
zaman, teknik ya da zanaat dediğimiz şey ortaya çıkar. Pozitif araştırmanın sağladığı bilgi
başka, teknik adamlarının bu bilgiden istedikleri gibi yararlanmaları başkadır; bilgi başka şey,
onu kullanma başka şeydir. Buluşu uygulayan adam bir makine, bir araç yapar da salt bilgiden
öte bir takım amaçlara yönelirse, bilim alanından çıkar ve artık yaptığı her şeyde kişisel
sorumluluk yüklenmiş olur. Bilginin tek isteği ise, bilgiye ulaşmaktır. Bilgisini bu ahlakın
buyruğuna verebilir. Ama bu ahlak bilim ahlakı değilse, o zaman bilim, kendini yarattıktan
sonra kullananların davranışlarından sorumlu değildir. Bilim üstüne hakça bir yargıda
bulunmak isteniyorsa, bilimin kendisi, niyetleri ve görevi üstüne yargı yürütmek gerekir.

Bilim Ahlakdışı mıdır?
Bilim ahlaka aykırı değildir, kabul; ama ahlakdışıdır öyleyse; yalnız gerçeği aramaktan başka
kaygısı olmadığı için iyi ve kötü ile ilgilenmez; bu yüzden, bir ülkü aramak için bilime
başvurmak delilik olur. Ahlakçı olması gerekeni, bilgin de olanı arar. Bilmekte usta, iyiyi
kötüyü göstermekte güçsüz olan bilim, özü gereği ahlak dışıdır. Ondan bir takım yaşama
kuralları istemek, onu küçümsemek, ona ihanet etmek olur. Bilim gerçeği görür, kurallar
koymaz. Olanı söyler, olması gerekeni değil. Bilimsel geçinen bütün ahlaklar, pozitif
araştırmanın ne olduğunu bilmedikleri için bilimselliğe kalkışmışlardır. İnceleme konusu
olarak, olanı değil olması gerekeni ele aldığımız anda, bilginin hem işini, hem işinin ruhunu
küçümsüyorsunuz demektir.
Bilim bize, insan topluluklarının ahlaksal düşüncelerinin ne olduğunu, nasıl geliştiğini
söyleyebilir; ne değerde olduklarını, ya da nasıl olmaları gerektiğini söyleyemez. Lécy-
Bruhl’a göre: “Bir topluma ancak kendinde var olan ahlak verilebilir”. “İklim değiştirince
niteliğini değiştirmeyen haklı ya da haksız hiçbir şey yoktur. Kutuplardan üç derece yükselme
bütün hukuk sistemini altüst eder. Doğruluk bir boylamdan öbürüne değişir. Az bir süre içinde
temel yasalar değişir. Aynı şey Pirenelerin bu yanında doğru, öbür yanında yanlış sayılır.

Bilim Ahlakı
Bugüne dek bir ahlak bilimi kurmaya çalışılmışsa da, bu yoldaki çabalar boşuna gitmiştir.
Çünkü kurallarla ilgili olanın bilimi olamaz. Bilim ahlakı, bilim araştırmasının kendinde
bulunan ahlak ilkelerinin bütünüdür. Bunlar, bilimi doğuran, yaşatan, ona amacını gösteren,
yöntemlerini esinleyen kurallarla ilgili düşüncelerdir.
Bize bilimi veren ahlak nedir? Yalnız işten anlayanlarca az çok bilgince düzenlenmiş ilkelerin
tümüne ahlak adı veririz. Toplumsal açıdan bakan kimse için ahlak, toplumsal olaylarda
ortaya çıktığı biçimiyle, iyi ve kötü arasındaki ayırımdan başka birşey değildir. Batı
toplumlarının geçirdiği en büyük ahlak değişikliği köleliğin ortadan kaldırılmasıdır.
1. Ahlak bilimi boş kuruntudan başka birşey değildir. Yüzyıllardır boşu boşuna ardından
koşulmuştur. Bilim ahlakı ise, bir gerçektir.
2. Bilim ahlakı, insan topluluklarına sunulan bütün ahlaklara, güzellik bakımından eşittir
ya da onlardan üstündür. Bugün, hiçbirinin yapamadığı ölçüde yaşamımızı düzene
koymak ve coşkumuzu tazelemek bakımından öbür ahlaklardan daha yetkili olduğu
açıktır.

Aklın Üstünlüğü
Bilimiz gelişmesinde gelişmesinde yeri olan ilk düşünce şu: Biz insanları üstün yapan şey,
gittikçe daha çok ispatlı gerçeklere varmak için aklın yeni buluşlara atılışıdır. Gerçek bilim
çıkar gözetmez; bir sorunla karşılaşınca, bunu çözümlemekle işe yarar bir sonuç alınır mı,
alınmaz mı diye uğraşmaz. Bilimin derdi, bilinmeyen bir şeyin yerine bilineni, bir gizin yerine
bir kavrayışı koyabilmektir. Bir takım tasarımlarla yetinen ünlük yararın üstünde ruhumuza
işlemiş olan ve hiçbir işe yaramasa da, evreni kavramaya çalışan yalın merak vardır. Bilim,
anlama, yani bizim olay dediğimiz şu yapıları yükseltme ve akılla kavranılır bir düzene sokma
yolunda bir çabadır. Kendini bu işe vermiş kimselerin işbirliğini ister. Kuşkular, kaygılar
yakasını bırakmaz onun; insandan kendini vermesini ister bu çaba. Bilim adamları düşüncenin
buluşçu yanını her şeyin üstünde tutmaktadırlar. Bilim ahlakının yüce ilkesi aklın önceliğidir.
Birçok din adamı ve filozoflar bütün üstünlüğümüzün akıldan geldiği konusunda anlaşırlar.
Bu noktada, bilginlerden uzak değildirler. Yolu onlar açmıştır. Bilim araştırmayı sonsuz
olarak düşünür ve bizim üstünlüğümüzü, zaman ve uzayda hiçbir sınır tanımadığı bu
araştırma ve buluşlarda görür. Oysa dinler mutlak’a varmak kaygısında olan felsefeler aklı
kesin bir takım durumlarda durdurmak isterler.
Pascal’ın ünlü sözü şöyledir: “İnsan, doğayı o yüce ve olgun görkeminde seyre bir dalsın
hele”. Daha sonra mistik düşüncelere kapılan Pascal: “Herkesin paylaştığı yanlışlarla
yetinmemizi istiyor, çünkü hiç olmazsa bunlar bizi araştırmaktan alıkoyar”.
Eski Yunan-Latin dünyasında, aklı coşturup bilimsel gerçekleri araştırmaya zorlayan çok
güçlü bir istek vardı. Bu istek, Epikhuros okulunun evreni akıl yoluyla açıklamaya çalıştığı
günlerde etkiliydi. Sonra bu ateşli istek söndü. Roma uygarlığı, birinci yüz yılda, Fransa’yı
kapladığı zaman, bilim alanında kazanılmış ne varsa bir bir kaybetti; pozitif araştırma
alanındaki araştırmalar durdu, akıl kendi üzerine kapandı. Epikhuros okulu hem ağır basan
Hıristiyanlığın, hem de Julianos’un lanetine uğradı. Mystére’lerin (dinsel oyun) o tembel
ülküsü baskın çıktı. Sonuç: Öbür ülkü yeniden uyanıp hümanizma ile birlikte öcünü alıncaya
kadar aradan yüzyıllar geçti.
Auguste Comte, değişmeyen bir düşünce, ahlak ve politika düzeni kurma sevdasındadır. Oysa
bilim devinimdir ve dizginlenip durdurulmadığı sürece de düşman durumuna düşmektedir.
Comte’a göre: “Evreni tam olarak bilmek, elimizde olmadığı gibi, doymak bilmeyen
merakımızın dışında, bu bilginin bize getireceği önemli bir şey de yoktur”.
Victor Hugo ise şöyle yazıyor: “Bilim sonsuz devinim arar. Onu bulmuştur da. Bilim
devinimin ta kendisidir. Bilim getirdiği iyiliklerden yana durmadan değişme halindedir. Onda
her şey devinir, değişir, kabuk değiştirir. Her şey her şeyi yalanlar, her şey her şeyi yıkar, her
şey her şeyi yaratır, her şey her şeyin yerini alır. Dün doğru diye benimsenen şey, bugün
yeniden gözden geçirilir. O yüce bilim makinesi durmak dinlenmek nedir bilmez; hiçbir
zaman doymaz; en iyiye olan susuzluğu tükenmez. Mutlak’a gelince, yabancıdır ona. Bilim
insanın dört bir yanında tedirginlik içindedir”.
Bilime karşı öfke şuradan gelmektedir. Auguste Comte, değişmeyen bir düşünce, ahlak ve
politika düzeni kurma sevdasındadır. Oysa bilim devinimdir ve dizginlenip durdurulmadığı
sürece de düşman durumuna düşmektedir.
İnsan, bir şeye sahip olmanın verdiği o burjuva güvenliğinden vazgeçip, bütün tehlikesiyle
birlikte aklın o büyük serüvenini kabul ettiği ölçüde insandır. İnsanın asıl üstünlüğü, gittikçe
daha çok öğrenme yolundaki bitmez tükenmez çabasında olduğuna göre, biz insanların ilk
ödevi, herkesin bu üstünlükten yararlanmasına çalışmaktır. Kafa çalışması, maddesel
kaygılara karşı bağımsızlık ister. Bilim savaştır, düştür, serüvendir, umut ve coşkudur.
Durdurulamayandır o.

Birlik İlkesi
Bilimsel çabanın ikinci ülküsü birliktir. Bilim her zaman ve her yerde, herkesin anlaşmasını
ister. Dinler, felsefeler, bilimden çok önceleri, akılları uzlaştırmak, bir tek gerçekte
birleştirmek istemişlerdir. Reform, dini yeniden gençleştirmeyi, evrensel yapmayı
düşünmüşse de, eski Hıristiyanlığı ikiye bölmekten öteye gidememiştir. Büyük dinler
insanların vicdanlarını paylaşma yolunda yarış halindeler. Ama işin acı yanına bakın ki, birlik
kurma istekleri onları birbirlerine salıyor ve barış istekleri de savaşa dökülüyor. Bilim
uzlaştıran şeydir.
Euklides’in, Pythagoras’ın denklemleri, Archimedes’in buluşları önünde artık ne Platon’culuk
vardır, ne de Epikhuros’culuk. Kepler ve Galileo yasaları önünde ne Jansenius’lar, ne de
Cizvitler, ne Tomaso’cular, ne de Descartes’çiler, ne Spinoza’cılar vardır artık. Newton’la
Einstein’ın karşısında, ne Yaradancılar, ne dinsizler, ne Kant’çılar, ne Comte’cular, ne
idealistler, ne faydacılar vardır: herkes tam uyum içinde anlaşmaktadır. Katolik, Protestan,
Musevi, Müslüman bilginler vardır. Ama Katolik geometrisi, Protestan, Musevi, Müslüman
geometrisi diye birşey yoktur. Fransız, İngiliz, Alman, Rus fizikçiler vardır: Ama fizikte,
Fransız gerçekleri, Alman gerçekleri diye birşey yoktur.
Eski ahlaklar “Birleşin” diyordu ama ayrılıkları artırıyordu: Bilim ahlakıysa susuyor ve
birleştiriyor. Hangi yoldan? Bildiğimiz yoldan: Akla ve deneye dayanan ispatlama yolundan.
Bilgin, fizikçi ve toplumbilimci niçin ispatlama işinde bunca sıkı yasalara uyuyor? Bilgin
yalnız gerçeğe ulaşmak ve kişisel bir inanca varmak istemiyor, bu inancın paylaşılmasını, bu
gerçeğin herkes için apaçık olmasını istiyor da ondan. İnsanın insana sevgi ve saygı beslemesi
bilimsel araştırmanın ruhudur.
Kimi kez kaba güç, çıkar ve duygu da bir birlik yaratabilir. Ağızları tıkanmış vicdanlar, öç
alma saatini beklerler sessiz sessiz; bu saat de, gelir çatar er geç. Çıkar üzerine kurulan
anlaşma kimi zaman daha sağlamsa da, basit ve geçici olmaktan kurtulamaz; çünkü bir an için
bir noktaya yönelen çıkarlar, çarçabuk yön değiştirir. Duygu üzerine kurulan anlaşma daha
soyludur ama çabuk bozulabilir; çünkü duygu değişken, kimi zaman da kördür; çünkü
gerçeğin kesinliklerine kolay kolay uyamaz.
Gereği gibi ispatlanmış gerçeklerin ortakça benimsenmesinden doğan anlaşma ise, tam
tersine, sapasağlam bir temele dayanır ve artık rastlantıların, tutkuların oyuncağı olmaktan
çıkar. İnanmak istediği için değil, deney karşısında inanmamak elinden gelmediği için inanan
kimse, görüşünü değiştirmez. Eğer bilimin çağrısına uyup, başkalarını zorlayacak yerde,
inandırmaya, çelmeye, aklını yatırmaya çalışırsak, birliği güvenli bir temel üzerine oturtmuş
oluruz.

Özgürlük İlkesi
Bilim ahlakının üçüncü ilkesi düşünce özgürlüğüdür.
Büyük dinler bu özgürlüğü temelsiz sayıyor, ona saygı göstermiyorlar. IV. Yüzyılın
ortalarında, bir imparatorluk buyruğu, puta taparlığı ölümle cezalandırıyordu. Yahudi dinine
karşı aynı hoşgörüsüzdür. Son olarak, katıksız Hıristiyan olmayanlara, yani sapkınlara da
inanç özgürlüğü tanımazdır.
Batılıların dünyasında, cellâtların düşünceye saldırdıkları bir karanlık çağ başlıyor: Bu çağda,
Haçlılar, inançsızları ya da Albegios’ları öldürmekle cennete gideceklerini sanmaktadırlar.
İncil’i yorumlamada anlaşamayan Katoliklerle Reformcular savaş alanlarında birbiriyle
çarpışmaktadır.
Fransız Devrimi, İnsan Hakları’nı kamuya bildirdiği zaman, eski hoşgörüsüzlük yasalardan
atılıyorsa da Kilise dogmalara bağlı tutumunu elden bırakmıyor. Papa Pius VI, 20 Mart
1790’da, İnsan hakları Bildirgesi’nin maddelerini lanetliyor. Papa Gregorius XVI. şöyle
yazıyor: “Herkese inanç özgürlüğü tanımak ve bunu sağlama bağlamak isteyen o yanlış, o
yersiz kural, daha doğrusu o sayıklama, aldırmazlık öğretisinin zehirli kaynağından çıkıyor”.
Mutlak’ı öne sürdünüz mü, ister istemez özgürlüğü yok saymış olursunuz.
Özgür düşünce haklarını hiçe sayan, ya da sakatlayan yalnız dinler değildir. Toplumların
düzeniyle ilgili filozofça düşünceler de kendilerini zorbaca savunmuşlardır. İnsan inandırıp
kandıramadığı zaman öcünü onur kırmakta arar; yasalarda yer alan özgürlük de törelerden
kovulur. Bilimin büyük özelliği, lanetlere de, aforozlara da yabancı kalmış, özgürlüğü
davranışının yasası yapmış olmasıdır. Bilim, yaptığı tanıtlamaları kimseye zorla benimsetmez,
kendiliğinden benimsenir onlar. İnsan kafasının bunlara katılmasından daha özgürce, daha
kendiliğinden bir şey olmaz. Kendini ele vermeyen gerçek karşısında bilginler duraksar,
bocalar, birbirlerine danışırlar. Herhangi bir düşünceyi sınırlamak hiçbirinin alından geçmez.
Uyanık kafaların çarpışmasından gerçek ortaya çıkar ve umulmadık şeyler üzerinde birliğe
varılır. Araştırma dünyasında herkese tanınan özgürlük, istemeye istemeye de yarım ağızla
verilmiş bir özgürlük değil, oyunun kuralı, başarının koşuludur. Bu bağımsızlık, araştırmanın
yalnız yasası değil, ruhudur da.
Mutlakçı dinler ve felsefeler, her şeyden önce, düşüncenin kesin olarak varacağı değişmez bir
takım durumların peşindedirler. Oysa bilim yeni yeni atılışlar için durmadan dayanak
noktaları arar kendine. Özgürlük, tartışmanın yasası olarak kalıyor.
Dogmalar zorba güce karşı dayanırken; mutlakçılığın egemen olduğu yerde, ister istemez,
zorbalık da egemen olurken, bilim tertemiz kalır, ellerini kana bulamaz. Özgür araştırma,
özgür tartışma pozitif araştırmanın ruhudur. Dinin bilime karşı savaşmak için devlet gücünü
yardımına çağırdığı çok görülmüştür.
Bilim ahlakının üçüncü ilkesi, bizleri düşünce özgürlüğünü sevmeye, onu hem kendimiz, hem
de başkaları için sevmeye çağırıyor. Özgürlüğü kabul edelim, çünkü iyi bir şeydir, verimlidir,
ilerlemenin baş koşuludur. Düşüncelerin özgürce dile getirilmesi, bir takım aşırılıklara kaçılsa
bile, yine de bağıntılı gerçeğin ortaya çıkmasına yardım eder.
Bilim ahlakı, yalnız başkalarının özgürce düşünmesini, düşüncelerini özgürce dile getirmesini
değil, her anlayış çabasında yer alan o peşin ilgiyle ve saygıyla dinlenmesini de ister.
Bugünün yanılgısında yarının doğrusunu selamlar. Bilim ahlakı, politik alanda özgürlük
sözcüğünün yarattığı anlaşmazlığı ortadan kaldırmaya yardım eder. Özgürlük, düşüncenin her
çeşit baskıya karşı korunduğu yerde vardır ancak. Düşünceleri ulaştırma araçları aklın
buyruğunda değil de, paranın buyruğunda kaldıkça, özgür düşünce alışverişi bir aldatmacadan
öteye geçemez.

Gerekircilik ve Hoşgörü
Buraya kadar, sadece ergin bilimlerin, yani fizik ve biyoloji bilimlerinin gelişmesinde yeri
olan ilkelerden söz edildi. Bu bilimlerin yanına toplumbilimi de koyacak olursak, bir
dördüncü ilke ortaya çıkar: Hoşgörü.
Eskiden, astrolog her gezegende, ya da yıldızda Tanrının yüksek istemini görmekteydi.
Toplumbilim de insanların davranışlarını, insan teklerinin özgür seçimleriyle değil, eşyanın
doğasından oluşan yasalarla açıklamaktadır. Her toplumsal gerekircilik, ister istemez, bütün
insanlara karşı anlayışlı bir hoşgörü getirir.
Bizden öncekiler ve çağdaşlarımızın bazıları için, kötülük yapan insan, onu yapmakta
özgürdür. Onu uyardığımız, eğitip doğru yola soktuğumuz zaman, üstümüze düşeni yapmış
sayılırız. Buna karşın, yine kötülük yaparsa, isteyerek yaptı demektir. Suç kendinindir.
Öyleyse, suçluya yapılanı yapabiliriz ona; adalet hor görülmesini, hüküm giymesini, ceza
çekmesini ister onun.
İyileri, doğruları öven, kötüleri yerin dibine batıran sayısız ahlaklar buradan geliyor.
Yanılmaz bir yargıcın bizi yargılayacağı kıyamet günü, Tanrının iyi kulları için cennet, kötü
kulları için cehennem tasarlayan dinler buradan geliyor.
Toplumsal barış günlerinde, asıl sorun artık haksızlığı sürdürenlerle savaşmak ve onları yok
etmek değil, eğitmektir. Eğitimse nefreti, kini kendinden uzak tutar; anlayış göstermemizi
ister bizden. Özgürlük, istediği kadar yasalarda yazılı olsun, törelere ve ruhlara işlemekten
sonra, sözde kalır. İnsanlık tarihinde, faşistlik görülmemiş bir gerilemedir.
Sayısız dinler ve felsefeler, herkese: “Erdemli olmaya, kendi ruhunuzu kurtarmaya bakın!”
diyerek, ahlak sorununu basite indirmişlerdir. Dört bir yanı kötülükler, bayağılıklarla çevrili
bir insanın kendi kusursuzluğu ile övünebilmesi olacak şey midir? Bireysel denilen ahlak
topluluğun ahlakına bağlıdır ve asıl sorun da, bir insan topluluğunun şu ya da bu üyesini
yükseltmek değil, topluluğun kendisini yükseltmektir. Bilim ahlakı, toplumlarımızı
yükseltecek güçte olan şu iki büyük duyguyu, kötülükten nefret ile insan sevgisini
uzlaştırmamızı başaracaktır.

Başarı Koşulu
Yeni buluşlara atılan aklın coşkusu, birlik özlemi, özgürlük tutkusu: İşte, bilimsel araştırmada
yer alan ilkeler, bu araştırmayı yaratan, yöneten ve yaşatan ülkü. Bilim kendini oluştururken
kendisinden ayrılmayan bu ilkeleri de yaymış olur. Bilim ahlakı, yerleşmiş bir takım eski
güçlerle çatışma halindedir. Gençliğin eğitimini bilimin dışında doğmuş olan bir takım dinler
ve felsefeler yönetiyor.
Bilim ahlakı, buluşçu, düşünce güçlerini coşturan bir ahlak olduğu içindir ki, teknik adamları,
saptanmış olaylardan ve bilinen yasalardan sadece bu coşkunun yararına yararlanacaklardır.
İnsanları ekonomik kölelikten kurtarmayı kendilerine iş edinecek; maddesel hazları
artırmaktan çok, tek tek ve bir arada herkese, kendi çabasının büyük parçasını düşünsel
hazlara ayırma yollarını sağlayacaklardır.
Bilim ahlakı dünyayı birliğe götürme kaygısı olduğu için, ondan esinlenen teknik adamları,
çıkar gözetmeyen araştırma sonuçlarının kin ve ölüm işinde kullanılmasını istemeyeceklerdir
artık. Bilim ahlakı özgürlük saygısı olduğu için, esinlerini ondan alan teknik adamları
herhangi bir zorba gücün buyruğuna girmeyeceklerdir. Geleceğe yönelme her ülkünün
özüdür.
Tarih bize şunu öğretiyor: Bilimsel bilginin ilerlemesi, eninde sonunda önüne geçilemez bir
şey de olsa, bu ilerleme aynı ve sürekli değildir. Bütün insan eserleri gibi bilim de, ancak ona
hizmet edecek olanların coşkun atılışları ve tükenmez sabırlarıyla yaşayabilir.

Bilim ve Coşku
Öteden beri alışılmıştır: Şiirin coşkusuna bilimin soğuk sertliğini karşı koyarlar. Bir yanda
atılış, fantezi, düş; öte yanda, sayıların kuru sertliği. Bilim ahlakı aynı zamanda ve daha önce,
duygu ahlakıdır da. Birinci ilkesi ispatlanmış gerçek aşkı, yeniyi bulan düşünce sevgisi; ikinci
ilkesiyse, kardeşlik duygusudur.
Nerden geliyor bu sevinç? İnsanın, ispatlanmış gerçek alanını genişleterek yapabileceği işlerin
en büyüğünü başarabilme duygusundan. Çıkar gözetmeden gerçeği araştırma biz insanlara
özgü bir şeydir, özelliğimizi yapar bizim. Düşünce, akla uygun bir düzen kurunca, dünyayı
avucunun içine alır.
Tanrıbilimcilerle filozofların kafasında Tanrısal Varlık’ın büyüklüğü, her şeyi bilmenin ve
önceden bilmenin tadını tatmasındaydı. Ama bilim adamının sevincini, metafiziğin Tanrılara
yakıştırdığı sevinçten daha da çekici yapan şey, bilgi coşkusuna araştırma coşkusunun, aklın
nesneler üstündeki egemenliğine yoldaşlık eden şu serüven duygusunun eklenmesidir.
Astronomların, hesap ve deney yoluyla sonsuz küçüğü yenmekte olan fizikçilerin sevinci
yanında bir kenti ele geçiren saldırıcının sevinci nedir ki? Thierry’e göre: “Şu kör, şu umutsuz
ve acılı halimle kesin olarak söyleyebilirim ki, dünyada madde hazlarından, hatta sağlıktan da
değerli bir şey varsa, o da, kendini bilime adamaktır”.
Bilinmeyen dünyaları bulmanın katıksız coşkunluğunu da yalnız bilgin duyabilir. İnceleme,
gerçeğe doğru bir çeşit yol alma olan inceleme, herkese aynı çeşitten hazlar verir. Öğrenmek
isteyen, bilim yoluna giren herhangi bir kimse bilgin’in sevinçlerini paylaşır, onun gibi
anlamanın gururunu duyar, karanlıklardan yavaş yavaş anlaşılır bir dünyaya çıkmanın
coşkusunu tadar. Bilginler, öğrencileri, araştırmanın bunalımları, umutları, düş kırıklıkları ve
sevinçleriyle daha yakından ilgilendirseler, o zaman bu genç kafalar bilimin canlı güzelliğini
yapan şeyi daha içten duyup anlayacaklardır.
Öğrenme sevincinden aşağı kalmayan bir başka sevinç de, düşünen insanlarla kendini birlik
halinde duymanın, “ispatlıyorum, öyleyse birleştiriyorum” diyebilmenin verdiği sevinçtir.
İnsanoğulları, mutluluk dedikleri şeyin en temizini, kendilerini başkalarına yaklaştıran
duyguda aramışlardır. Rousseau’ya göre: “Biz yalnız kendimizin değil, başkalarının da mutlu
olmasını istiyoruz ve bu mutluluk bizimkine zarar vermedikçe onu arttırır”.
Bilim ancak özgürlük içinde ve özgürlükle gelişir. Herkesin hakkı olan insanca mutluluk,
başlıca gücümüz olan aklımızın özgürce gelişmesinden doğar. Kötülüklerin en aman sızı,
aklın atılışını durdurmaktır. 1634’te Descartes, Galileo’nun bazı buluşlarından çıkardığı
sonuçlar için Mersenne’e şunları yazıyor: “Çok kesin, açık seçik tanıtlamalara dayandıklarını
bilmeme rağmen, Kilise’ye karşı onları dünyada desteklemek istemem”. Bir ispatlamayı “çok
kesin, açık seçik saymak”, sonra da herhangi bir otoriteyle uzlaşmıyor diye onu
desteklemekten vazgeçmek acı bir şeydir. Özgürlüğü isteyen tehlikeyi de istiyor demektir ki,
bu da bazen acı çekme tehlikesidir. Voltaire ise: “En büyük acı, acıtmaz olmuş zincirlerin
acısıdır, köleliği kabul etmenin, başkaldırmaktan vazgeçmenin acısı. Oysa sevinçlerin en
temizi, durmadan kazanılan, yeniden ve yeniden kazanılan özgürlüğün sevincidir”.
Durkheim’le birlikte, dinsel yaşamın ilkel biçimlerine bir bakalım. Ne buluyoruz her yerde?
Amansız bir korku. Mana denilen korkulası güç. Daha yeni dinlerde, somut Tanrılar, yavaş
yavaş soyut Mana’nın yerini almaya başlıyor. İnsan niteliğinde Tanrılar düşünmek bir zaman
için yararlı olsa da, insanoğluna rahatlık ve güven getirmekten çok uzaktır. Ölümlülere düşen,
korkmak ve boyun eğmektir. Sağlık ve zenginlik getireceğim diyen eski dinlerin yerini, mutlu
bir ölümsüzlük umudu veren ahretlik dinler alınca, yeni bir adım atılmış oldu. İnsan,
“korkular, titremeler” içinde yaşamak zorunda kalıyor yeni baştan.
Din, Lucretius’un şu sözlerini hak etmiştir:
Ne kötülükler etmemiş bu din......
Dinin yapamadığını yapmak, yani korkuyu ortadan kaldırmak için ne etmeli? Dünyayı
açıklama çabasında, tanrısal varlıkların o değişken, o korkunç, o kestirilemeyen istemi yerine,
doğa yasalarının anlaşılır düzenini koymalı. Doğa için gözlem ve akıl gerek diyen Lucretius,
bilimin ruhunu açıklıyor. Vergilius şunları diyor:
Ne mutludur o kimse ki
Kavrar nesnelerin nedenini
Atar bütün korkuları bir yana
Boş verir yakarmaya alınyazısına
Tamunun korkusuna gürültüsüne
Alır tümünü ayağının altına!
Ortadan kalkan her bilgisizliğin ardından yeni bir güven doğar. Yıldırımlar, depremler, su
baskınları, salgın hastalıklar, korkudan titreyen biz ölümlülere, anlaşılmaz ya da hevese bağlı
birer ceza gibi değil, aklın kavrayabildiği yasaların birer sonucu olarak gözükmektedir artık.
Bunları anlamak biraz da yenmek demektir. Güvenlik diyorum, iç rahatlığı demiyorum.
Çünkü bilim ruhu, ahret mutluluğu, üstün mutluluk adına ne varsa hepsine karşıdır. Bilimiz
eseri, gerekli ağırbaşlılığı içinde, baştanbaşa sevinç, sevgi ve dirlik eseridir. Aklını işletenlerle
düşünce ve duygu ortaklığı yapmak ve düşünen bütün insanların bir gün, gerçekten yaşayan
varlıklar olması için çalışmak yetmez mi onun mutlu olmasına?

En Son Karşı Düşünce
İleri sürülen en son karşı düşüne şu:
“Pekâlâ, diyorlar bize, bilimin kendi alanı, hem de geniş bir alanı var, kabul; ama evrensel bir
alan değil bu”. Bilimin yanıtsız bıraktığı noktalar üzerinde onun yerine, başkalarının
konuşması doğru olmaz mı? Bu karşı düşünceler, Hıristiyanlığı savunanlarca çok kez ileri
sürmüştür. Okuyorum sanan kör, biliyorum sanan delidir. Yalnız “seviyorum” diyen tanrıya
gider. Bize bilginin kapılarını açacak olan araştırma değil, ölümdür; bizi, yüce Varlık’a
büründüren, onunla birleştiren ölümdür.
Bugün bilim her şeye karşılık vermiyor. Ruhtan, Tanrıdan, ölmezlikten söz açtınız mı,
susuyor. Yer ve zamanın etkisine dayanamayıp, özü gereği, ister istemez yok olacak kesin bir
bilginin pek değeri olmadığını düşünmek, hakkımız, görevimiz değil midir? Gerçekleşmiş bir
olay, daha iyi gerçekleşen bir başkasına yerini verdiği zaman büsbütün ortadan kalkmaz, yeni
kuram bir öncekiyle birleşir ve onu aşmak için yine ona dayanmakla başlar işe. İddiacı
olmaları dolayısıyla, toptan yok olmak kesin gerçeklerin yazgısıdır asıl.
Önce, “mutlak” peşinde koşan dinlerin insanlara sunduğu “karşılıklar”, bunları kabul
edenlerin kafasında tam bir güven, kuşkudan uzak bir umut yaratır diye kesin bir şey
söylenemez. “İnsanlığın acılarını dindirmeye çalışan eski teraneler” onu uyutamamıştır ve hiç
bir tanıta dayanmayan sözler, onları benimseyenler için bile, değersiz kalmıştır. Bilim için
“mucize” diye bir şey olmadığı çok açıktır. Bilimin bütün işi, onları bir yasa kavramına
bağlamak olacaktır.
Eskinin “Bilmiyoruz, öyleyse inanalım!” sözüne, bilim “Bilmiyoruz, öyleyse araştıralım!”
sözüyle karşılık veriyor. Gerçeği araştıranların ortak yazgısı, kendileri kadar, hatta daha çok,
çocukları için çalışmaktır.

İnsanlık Destanı
Bir ülkü, ancak coşku verebilirse, ülkü adına hak kazanır. Hangi ülkü, bu bakımdan, derin
bilim kafasını yaratan ülküyle boy ölçüşebilir; hangi ahlak biz insanların serüven, şiir
susuzluğuna, kendini bir şey adama isteğine böylesine coşturucu bir içki sunmuştur; hangi din
insanda, insan olma gururunu böylesine cömertçe yükseltebilir? Ahretlik dinler, Tanrıya
benzeyen insan, yaratılışın odağıdır, kralıdır.
İnsafsız bir mantığı olan Kutsal Kitap şöyle diyor: Gerçek Hıristiyan “bu dünyada
yaşamından nefret eden kimsedir”. Ermiş Paulus’da: “Ölmek bir kazançtır benim için” diyor.
Ermiş Augustines: “Yaşam acı bir şölendir” demiştir. Ama felsefeler şunu gösteriyor: Bir
ülkü, insanı yalnız geçmişte ve gelecekte yüceltir de, yaşadığı çağda alçaltır ve ona dünyanın
sonunu özletirse, sakat, hiç değilse, yarım bir ülküdür.
Düşünce yoluyla, yani deney ve akıl yoluyla, insan kölelikten kurtulmaya başlıyor. Bir ilk
parıltı Akdeniz dünyasını aydınlatıyor. Sonra, Roma İmparatorluğunu silip süpüren bir
mistisizm dalgası bilimi gerilere itiyor. Bilim, artık yüzlerce yıl, skolâstik ormanın
derinliklerinde kaybolmuş incecik bir su sızıntısından başka bir şey değildir ve dehaların sesi,
Oresme’lerin, Occam’ların sesi bir türlü duyuramıyor kendini. Rönesans’ın o büyülü
havasında, bilim her zamandan daha canlı, daha atılgan, yeniden görünüyor. Korkunun,
gereksinimlerin, boyun eğdirdiği aynı insanlık, bilimi yaratmaktadır.
Copernicus’la, Galileo’yla, Kepler’le gök kubbenin fethine atılıyor. Yıldızlar çekim yasasının
buyruğundadır artık ve gökler Newton’un utkusunu anlatıyor. Sanat da, bilim gibi,
düşüncenin bir coşkusudur, çıkarsız bir yaratış, yükseklerde buluşma gücüdür. Bilim
buluşlardan buluşlara atılırken, ahlak bu atılışa ayak uydurmuyor. Daha bilgili olmakla daha

doğru olmuyor insanlar.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Türkiye’deki yapay resif uygulamalarına farklı bir bakış






  Türkiye’de sürdürülebilir balıkçılık mücadelesi ve tartışmaları yükselmeye başladığından bu yana belediyelerden sivil toplum örgütlerine kadar her kesimin dilinden düşürmemeye başladığı bir konu resif. Bir yapay resif güzellemesidir gidiyor ortalıkta. Üstelik konu hem bilimsel temellerinden hem de işlevsel özelliklerinden farklı tartışılıyor, yer yer uygulanıyor.

  Bazı avcılık türlerini engellemek için tasarlanmış yapılar sucul yaşamı canlandıracağı iddiası ile yada fiziksel olarak işe yaramayacak betonlar Yasa dışı trol ve gırgır avcılığını engellemek amacı ile denize atılıyor, atılması konusunda çalışmalar yapılıyor.
Bu nesnelerin atıldığı avlaklarda geren bilimsel araştırmaların yapılıp yapılmadığı yapıldıysa ne gibi sonuçlar çıktığı konusunda ortalıkta dişe dokunur bir veri de göremiyoruz.

 Bütün bunlardan daha önemlisi ise zaten var olan tahrip edici av araçları ile yok olma aşamasına gelmiş değerli resif alanlarını korumak yerine bunca kaynağın olası sonuçları bile belli olmayan projelere neden harcandığı konusunda bir soru ortalıkta duruyor.
Ben sözü fazla uzatmak istemiyorum
Çin’de söylendiği gibi “bin çiçek açsın bin fikir tartışılsın” diyor ve Nezih Bilecek’in Vira dergisi için yazdığı 3 bölümlük yazısını paylaşıyorum.


30 Eylül 2013 Pazartesi

Kirli olan sadece Marmara’mı


“Herkesin paylaştığı yanlışlarla yetinmemizi istiyor, çünkü hiç olmazsa bunlar bizi araştırmaktan alıkoyar”.
                                                                                                                      Pascal
Her sezon başı tekrarlanan tartışmalar kısa bir süre gündemi etkiler ama gerçeklere dayanmadığı için zaman içinde söner gider. Uzunca bir zamandır bizm ülkemizde her endsütriyel avcılık sezonu başında deniz kirliliği üzerine yapılan kampanyalar artık gelenekselleşöiştir dersek çokda haksız sayılmayız.
Belli çevreler ve belli kişiler tarafından tekrarlanan bu girişim tamda kabak tadı vermeye başladığında, bu konuda sivil toplum nezdinde gerçekler açığa çıkmaya başadı dediğimiz bir zamanda oyun yeniden sahneye konmaya başlandı.

İçine düştükleri rating sefaletinden kurtulmak için aynı senaryoyu farklı sahnelerde farklı oyuncularla oynaya  başlıyorlar. Tamda ratingleri düşen bir dizi filmin senaryoya popülaritesi yüksek bir şarkıyı oyuna dahil etmesine benzer bir şekilde yapıyorlar bunu.
Bizi Türkiye balıkçılığının gerçeklerinden bu gerçeklerim sonucunda başlatılan mücadelen uzaklaştırmak istiyorlar.
Bu mücadeleye duyulan sempati ve oluşan desteğin kırılmasına bu mücadelenin ortaya koyduğu değerlerin ve alınan sonuçların yok hükmünde sayılmasına uğraşıyorlar.

Daha düne kadar birbirlerinin ve yaptıklarının aleyhine duruş sergileyenler bir birlerinin aleyhine konuşanlar bu gün bir araya gelerek yeni bir izdivacın temellerini atıyorlar.
Başkalarının ilişkileri ve neden bir araya geldikleri neden işbirliği yaptıkları esasen çokta umurumuzda değil. Bu ilişkinin mutlu sonla bitip bitmeyeceği gibi bir süre sonra bu ilişkinin neden olacağı hüsran ve  ve hasar da umurumda değil açıkçası.

Benim umurumda olan bu kirli oyunların ve şer ittifaklarının sürdürülebilir balıkçılık mücadelesi ve geleneksel balıkçılığın korunmsaı konusunda oluşan umutlara bu umutların yarattığı sinerjiye zarar verme potansiyelidir.
Bu kadar uzun bir girizgahın peşinden yeter artık kimlerden bahsediyorsun dediğinizi duyar gibiyim. Aslında sürecin tarafları yada yakın takipçileri neden ve kimlerden bahsettiğimi hemen anlayacaklardır. Balıkçılık mücadelesinin içinde bulunduğumuz bu son periyodunun artuk uzun sayılabilecek bir tarihi ve bu tarihinden popüler aktörleri oluşmuş durumda.

Ben yine de konu hakkında yetersiz bilgisi olanlara aktörlerden birinin ismini vereceğim diğerinin ismini ise okuyucunun zekasına hatta araştırmacılığına bırakacağım.
Bu yazının konusu bir kez daha ne yazık ki bir kez daha Levent Artüz ve ben bir kez daha bu şahıs hakkında yazmak zorunda kalıyorum.

Babasından devraldığı bir proje üzerinden gündem yaratmaya çalışan üstelik gündem yaratmak için bırakın bilimsel ahlakı genel ahlak kurallarını bile hiçe sayan, gözümüzün içine baka baka büyük bir özgüven ile yalan söyleyen Levent Artüz’den bahsediyorum.
Bu arkadaş yaklaşık 4 yıl önce sezon kampanyasının uzatılmasına karşı verdiğimiz kampanyayı küçümseyerek hatta karşı çıkarak kendini gösterdi.
Bu kampanyadan 1 yıl bile geçmeden FSD'nin Lüfer kampanyası başladı. Levent Artüz önce basına kampanya aleyine demeçler verdi sonrada İstanbul merkezli endüstriyel avcı gurubu ile işbirliği yaparak “sözde bir Lüfer araştırmasını” birlikte gündeme alarak bakanlığın getireceği olası bir boy yasağını en az 5 yıl ertelemeye çalıştılar.
Aynı dönemde biz bu araştırma projesine karşı çıkıp aleyhine konuşmaya başlayınca Leven Artüz görüşme talep etti ve buluştuk. Bu görüşmede var olan Lüfer araştırmalarını ret edip Lüfer’in 18 cm  boy erişiminde yumurtladığını savundu.

Yani Levent Artüz İstanbul gırgırcıları ile güdümlü bir araştırma yapacaktı. Biz bir tek koşulla projeyi destekleyeceğimizi belirttik. Araştırma sonuçlana kadar (araştırma için verdikleri tarih en az 5  an fazla 10 yıl idi ) avlanma boyunun 24 cm çekilmesi gerektiği konusunda açıklama yapmalarını araştırmanın sonuçlarına göre yeniden düzenleme gerekirse destek olacağımızı beyan ettik.

Bütün bunları anlatmakta bir amacım var elbet süreci ve olayları bilenler ne demek istediğimi anlayacaklardır. Anlayanlar da anlamayanlara anlatır.
Gelelim Sn. Artüz’ün dediklerine; aslında zırvalıklarına demek isterdim ama kamu oyu önünde fikir beyan ediyoruz diye nezaketi elden bırakmak istemiyorum.

Sn. Artüz araştırmanın geçen yılki ayağında Marmara’da 5 metreden sonra yaşam olmadığını ve yaşayan balık türü sayısının 5 olduğunu iddia etmişti. Bu sene işi daha da ileriye götürmüş 1.5 tür olduğunu iddia ediyor. Buçuk türün muhtemelen bilimsel bir açıklaması vardır elbette muhtemelen ben cehaletimden bilmiyorum.
Bir başka hoşluk ise sanayi işletmelerinin denizi kirletmediği iddiası, acaba bu iddianın sebebi projenin bu yılki ayağına sponsor olan deniz kenarında kurulu bir kimya fabrikası sebep olabilirmi? Hem nasıl oluyorda çevre ve deniz kirliliği üzerine araştırma yapan biri deniz kenarında kurulu bir kimyasal üretim tesisinden fon sağlayabiliyor.

Türkiyede pek yaygın olmayan ama yurt dışında çevre mücadelesi arasında yaygın olan bir terim vardır. Buna “Yeşil Yıkama” diyorlar.
Biz Artüz’ün bir yıkama işi yapıp yapmadığını bilmiyoruz ama daha önce çevreci gurupları mahkemeye veren bu işletmenin sponsorluğunu kabul etmenin “bilim” camiası içinde nasıl karşılandığını elbette merak ediyoruz.
Ben şahsım adına bu araştırma projesine adı bulaşan her kişinin bu konuda ki fikrini almak ve paylaşmak konusunda kararlıyım.

Geçen Marmara konusunda peş peşe iki olay yaşadık. Levent Artüz'ün popüler raporu ( sansasyon yaratmaktan başka amacı olmadığı her halinden belli olan ve içinde bilimsel hiçbir parametre olmayan) bir rapor ve bir TV kanalı aracılığı ile uyduruk bir ağır metal raporu etrafında koparılmaya çalışılan fırtına.
Bu fırtınanın rüzgarına kapılıp gündemden düşme korkusu ile hareket eden ve sahnede rol kapmaya çalışan uvertürler.

Artüz’ün açıklamalarına TUBİTAK MAM sert ve güncel değerler içeren bir açıklamayla cevap verdi, balıkta ağır metal iddialarına ise İstanbul Üniversitesi raporu ile gecikmeden cevap verildi. Ne yazık ki ülkemizde bu alanda ki hukuki boşluklar nedeni ile bu konular yargıya taşınıp cezalandırılmaları mümkün olmuyor. Bu tarz insanları ve kurumları ancak vicdanlarımızda yargılayıp mahkum edebiliyoruz.
Benim esas gelmek istediğim nokta ise bu gün Taraf gazetesinde çıkan haberin zamanlaması ile ilgili. Bu haber proje ve sponsor kuruluşun lansmanı amaçlı bir haber değil. Elbette bu konuyu araştırıp haberi yapan gazeteci arkadaştan haberin öncesi ve gelişimini öğreniriz.
Hatta bu konuda daha da iddialı bir söylemde bulunup bu konunun ısrarlı takipçisi olacağımı şimdiden söyleyebilirim. Muhtemelen gazeteci arkadaşın bu haberi yapması bir yönlendirme sonucu oldu. Bunu da öğreneceğimizden kimsenin şüphesi olmasın.

Şimdi gelelim esas konuya.
Marmara tedricen de olsa bir temizlenme sürecine girmişken, her geçen yıl tür sayısı artarken kim hangi nedenlerden dikkatleri başka bir noktaya üstelikle ucuz yalanlarla savunulan bir noktaya çekmek ve dikkatleri dağıtmak ister. Uzun yıllardır Marmara’da görülmeyen Sinarit, Çipura, Ahtapot, Kalamar, Kılıç  Balığı ve hatta Orkinos içeriği girmeye başlamışken bir insan neden itibarını şaibeli bir ismin peşine takıp tehlikeye atar.

Ama Midye mi dedin, bana bu konuda malzememi lazım dedin ?

Neyse ;
Ben yazıma bir soruyla başladım ve bir başka soruyla bitirmek istiyorum.


Marmara giderek temizleniyor peki ya siz?

9 Eylül 2013 Pazartesi

Yeni balık hali; yeni umutlar ve tehlikeli gelişmeler


  Bilindiği üzere 2014 yılından  itibaren Kumkapı balık halinin kapatılması ve Gürpınar’da yapılan modern ve gerçekten ihtiyaç duyulan özelliklere sahip olan yeni Balık Halinin devreye alınması bekleniyor. Yapılan lansman toplantılarında ve yeni hal konusunda alınan bilgilere göre sürecin işleyişinde hiçbir terslik yok. Gerek balıkçılık yönetiminin ihtiyaçları gerekse hijyen koşulları açısından ve balık ticaretindeki kronik olumsuzlukları tasfiye etme potansiyeli açısından her türlü beklentiye cevap vereceğini şimdiden söyleyeceğimiz yeni bir balık halimiz olacak.

  Ama;
Bu hal konusunun bir aması var.Yapılan yarı resmi görüşmeler ve hal konusunda camiada dolaşan söylentilere göre yeni hal sistem oturana kadar Büyük Şehir Belediyesi tarafından işletilecek ve sistem oturduktan sonra da özelleştirilerek özel sektöre devredilecek.

  İşte camiada kaygı uyandırak nokta tam da burası. Halin işleticisine dair söylenenler umutla beklenen yeni hal hakkında şüphelerin temel kaynağı durumunda. “Yeni balık halinde komisyonculuk sistemi olmayacak ve mezat elektronik ortamda işletici tarafından yapılacak”. İlk bakışta cazip gibi gözüken bu önerme, işleticinin kim olacağı işaret edildiğinde bütün olumlu düşüncelerin, yeni halüzerine yeşeren umutların ortadan kaybolmasına  sebep oluyor.

  Hali kimin işleteceği konusu, balıkçılık sistemimizin dinamikleri ve balıkçılık ekonomisinin güncel gerçekleri göz önüne alındığında büyük bir tehlikeyi içinde barındırmaktadır. Bu tehlike, var olan sistemdeki ekonomik çarpıklığın yeni sistemde meşrulaşarak devamının garantı altına alınması anlamına gelebilir. Ekonomik olarak en güçlü olan kabzımal (kabzımallar) ekonomik olarak en güçlü olan (zaten uzun zamandır kabzımallık rejiminden kurtulup kendi balığını pazarlayanlar) balıkçılar ile birlikte yeni halin işletmecileri olur.

  Böyle bir yapının tüm avcı filosunun ekonomik çıkarlarını temsil edebileceğini söyleyebilirmiyiz? Balık ticaretinde ihtiyacımız olan rejim arz ve talebin dengelendiği, balık fiyatların tüketici ve üretici ortak paydasında belirlendiği rejimdir. Hem avcılık yapıp hem de balık unu-yağı sanayi sahibi olanların, hem ithalat hem avcılık yapanların ve avcılığın yanı sıra çiftlik sahibi olanların yeni balık halinin işleticisi olmaları durumunda ortaya çıkacak sonuçları tahmin etmek için her halde ekonomist veya sosyolog olmaya ihtiyaç yoktur.

Avrupa Birliği uyum sürecinin gerekleri doğrultusunda (bundan da önemli olan, balıkçılığımızın çıkarları ve geleceği açısından) hem balıkçılık politkalarında hemde balıkçılık yönetimi ve kurumlarında bir eşleştirmeye gittiğimiz her kesin malumu. Peki AB sistemi içinde balık pazara nasıl sürülüyor? Avrupada toptan balık satış noktalarında ki ilk satış üretici örgütlerinindir. Balık fiyatlarında tavan ve taban fiyat uygulaması vardır ve birincil satışı yapma hakkına sahip olan balıkçı örgütleri taban fiyatın altına düşen balığı pazardan çekecek hem mali hemde hukuki güce sahiptirler.

Balık halinin özelleştirilmesi demek günümüz dünyasında çok değerli bir gıda ve önemli bir ticaret metası olan deniz ürünlerini üreticininelinden alarak her türlü spekülasyonun batağına atmak demektir. Üstelik; zaten çetin bir yolda yürümekte olan Türk balıkçılık reformunun ihtiyaçları düşünüldüğünde böyle bir karar hem denizel kaynakların heba edilmesi hemde bu kaynaklar üzerinde faaliyet yapan avcı guruplarının imhası ile sonuçlanmasına sebep olur.

  Bu konuda ortalıkta dolaşan bir başka spekülasyon daha var. Ağırlıkla Gırgır avcıları olmak üzere bir gurup endüstriyel balıkçı tarafından kurulan “Üretici Birlikleri Merkez Birliğinin” yeni balık haline talip olması. Böyle bir ihtimalin gerçekleşmesinin sonuçları birinci ihtimalden daha vahim olacaktır. Türk balıkçılık rejimi korumacı politikaları hayata geçirmeye başlamış ve bu adımların sonucu olarakta çatışmalı bir sürece girilmiştir. Bu sürecin tarafları bellidir. Bir gurup balıkçı her türlü korumacı poltikaya ve bu doğrultuda alınan kararlara itiraz etmektedir. İşte yeni balık halinin işletilmesine talip olduğu söylenen üreticibirlik bu korumacı politikalara karşı çıkanların oluşturduğu bir balıkçı örgütüdür. Oysa Türk balık filosunun tartışmasız ve kıyaslanma çoğunluğunu temsi eden (üretici birlikleri kuranlar aynı zamanda bu örgütlerinde üyesidirler ) Su Ürünleri Kooperatifleri, Bölge Birlikleri ve Merkez birlik var iken yeni halın balıkçı azınlığını temsil eden bir guruba devredilmesi balıkçı caimamızı yeni bir çatışmaya ve kaosa sürükleyecektir. İhtiyacımız kaos ve çatışma değildir, ihtiyacımız olan şey balık ticaretimizin günün ihtiyaçlarına uygun bir şekilde (hukuki ve mali destek sağlanarak) devredilecek hallerin büyüklüklerine göre SURKOOP ve/veya bölge birliklerine devredilmesidir.

  Balıkçılığımız sırtında taşıdığı çağ dışı kabzımallık sisteminden kurtulmalı, üretici ve tüketici merkezli yeni bir model inşaa edilmelidir. Mevcut sistemden kurtulmanın yolu ise balık ticaretini balıkçı oligarklarına teslim etmek değildir.

Yapmamız gereken halleri gerekli düzenlemeler yapılarak balıkçıların gerçek örgütlerine devretmektir.

2 Eylül 2013 Pazartesi

2013-2014 av sezonu ve sürdürülebilir balıkçılık mücadelesine dair


Yeni bir sezon başlarken genellikle yapılan muhabbetler Lüfer, Palamut, İstavrit ve Hamsi üzerine döner. Her sezon yeni bir umuttur ve temenniler de avcılık, hava koşulları ve kazançlar ile sınırlı kalırdı.  Uzun sayılabilecek bir dönemdir bu durum değişti. Her ne kadar adet olduğu üzere geleneksel tartışmalar yapılsa da, yasaklar, sürdürülebilirlik mücadelesi ve büyük balıkçıların bu yeni durumlar üzerine yapması muhtemel hamleler etrafında dönüyor artık yeni sezon tartışmaları. Kasıtlı kasıtsız yalan haberler yayılıyor ortalığa. Bir gurup bir bölgede Başbakanla konuşulduğu  derinlik yasağının kalkacağını yayarken bir başka gurup Lüfer’de boy yasağının 18 santim olduğunu anlatıyor balıkçılara. Kimisi inanmak istiyor seviniyor kimisi inanmak istemiyor kızıyor.
Sürdürülebilir balıkçılık için mücadele yükseldikçe, küçük balıkçılar içinde başlayan “sucul kaynakların hakça paylaşımı” tartışması büyükler içinde de dile gelmeye başladıkça gelenekler alışkanlıklar ve adetler bir bir değişiyor.
Geçtiğimiz yılı hatırlarsınız, resmi otoritenin aldığı bazı kararlar üzere sezon Endüstriyel Avcı guruplarının oluşturduğu “yapay” bir gerilim ile başlamış ama kısa zamanda iyi geçen sezonun da etkisi ile  Genel Müdürlük ile “bir kısım” Endüstriyel avcı gurubu arasında oluşan gerilim kısa zamanda yumuşamıştı. Bütün bağırış çağırış kuvvetli bir Palamut avcılığı ve peşinden devam eden yine kuvvetli Lüfer avı sayesinde Türk balıkçılığının bittiği haykıran, boğazda Bakanın kararlar nedeni ile protesto eyleminde hakaret içerikli pankartlar açanlar geçtiğimiz yıldan başlayarak duruşlarını ve söylemlerini değiştirmeye başlamışlardır.
Stratejide önemli bir değişiklik olmasa da taktiklerde değişikliğe gittiği görülen bu odaklar bu yıl sezon açılışına ortamı germek yerine, siyasal ilişkileri ve “mağduriyet söylemini” kullanarak bir kez daha uygulamalarda geriye dönüşü denediler. Sayın Başbakanın Rize’de katıldığı törendeki markaj girişimleri her ne kadar boşa çıkmış gözükse de “başbakanlığa konu ile ilgili bir dosya” vermek ve problemleri tekrar konuşmak üzere bir söz alındığına dair ortalıkta bazı rivayetler dolaşması, bu denemelerinden uzun bir dönem  daha devam edeceğini göstermektedir.
Ben şimdilik bu spekülasyonları bir kenara bırakıp, geçtiğimiz yıl yapılan değişikleri ve yıl içindeki sonuçları, bu değişikliklerin kuvvetli ve zayıf yanları ve yeni sezona dair olası problemleri tartışmak istiyorum.

2013 Haziran Türk balıkçılık tarihinde yeni bir başlangıç

Hala bazı çevreler tarafından Danışma Kurulunda ortaya konulan “yeni” perspektif ve hemen arkasından gelen 3/1 sayılı Tebliğ küçümsense de uygulamadaki bu değişiklikler Cumhuriyet Tarihi boyunca resmi balıkçılık otoriteleri tarafından ortaya konmuş en ciddi duruş değişikliği idi. Kendi taleplerini (çoğu zaman kişisel yada gurupsal) Türk Balıkçısının ortak talepleri gibi Ankara’ya taşıyanların faaliyet alanları daralmış, Resmi Otorite Bilim İnsanları ve diğer paydaşların da görüşlerini uygulamalara yansıtmıştı. Danışma kurulunda yapılan feryat figanın arkasında yatan temel neden bir devrin kapanıp yeni bir devrin başlamış olduğunu görmeleriydi.Bence ;  Son tebliğ milat yapan en büyük özellik ise, sürdürülebilir balıkçılık ve avcılıkta adalet arasında kurduğu bağ kadar balıkçılık yönetiminde paydaşlığın önemine yaptığı sağlam vurguydu. Geleneksel kıyı balıkçıları ilk defa balıkçılık politikalarının belirlenmesinde talepleri ve söyleyecekleri olduğunu ortaya koymuş, Genel Müdürlük ise bu durumun meşruiyetini tescil etmişti.
Kesin olan bir şey vardı; Genel Müdürlük henüz kuruluşunun birinci yılında elini taşın altına koymuş, balıkçılık yönetiminde amacın sürdürülebilirlik ve kılavuzun bilim olacağını açıkça ortaya koymuştu.
Son Danışma Kuruluna kadar gelinen süreçte, her ne kadar sezon uzatmaları ve balık boyları konusunda sert görünen (zaman zaman gerçekten sertleşen) mücadeleler yaşansa da dananın kuyruğu “Derinlik yasakları ve gırgır avcılığına yasak sahalarda” koptu. Geleneksel Kıyı balıkçısının ve örgütlerinin ısrarlı tutumu, Sivil Toplum Örgütlerinin sabırlı ve kararlı duruşu ile tartışılmaya başlanan Türk Gırgır avcılığı ilk defa kapsamlı bir şekilde gözler önüne serildi.
Kapalı kapılar ardında sorunlarını çözmeye alışmış bu kesimler, sürdürülebilir balıkçılık mücadelesi veren ve  balıkçılık gelirlerinde hakça paylaşım talep eden sivil toplum unsurlarına ve küçük balıkçılara karşı aldıkları çirkin tutumlar giderek  Genel Müdürlük bürokrasisine hatta Bakanımızın şahsına yönelmeye başlamıştı.
Balık boyu, ağ boyu, tekne boyu yada benzer konular gibi esasen bu kesimi çok fazla rahatsız etmeyen (nasıl olsa bir yolunu bulup halledebileceklerine dair sağlam inançları vardı) konular yerini derinlik ve bölge yasaklarına bırakınca “Türk Endüstriyel avcısının yanlış uygulamalar ve kontrolsüzlük palazlanmış kesimini” çıldırtmaya yetmişti.  Eğer  olayları belli bir seviyede dikkat ile takip etmişseniz en çok bağırıp çağıran ve saldırgan tavırlar sergileyenlerin ( birkaç lümpen unsur dışında) aslında balıkçılık gelirlerinden en yüksek payı alanlar olduğunu ve bu kesimin sezon verimliliği nasıl geçerse geçsin yüksek bir avcılık gelirini her yıl için sağlamış olan kesimler olduğunu fark etmişinizdir.
İşte Genel Müdürlük elini taşın altına koydu derken anlatmak istediğim tam olarak budur. Türk avcı filosu 1990'lardan itibaren yanlış uygulamalar ve kontrolsüzlük nedeni ile dikine büyümüştür. Bu dikey büyümenin en doğal sonucu da kaçınılmaz olarak gelirlerde dikey büyümesine sebep olmasıdır. Yatırım sermayesi, işletme sermayesi, avcılık teknolojisi ve av kapasitesi olarak dikine büyüyen  bu kesim kendi çıkarları doğrultusunda balıkçılık rejimini ve ekonomisini tehlikeye sürüklemekten çekinmemektedir.
Balık pazarda yıllardır neredeyse aynı fiyatlarla satılırken her türlü girdi artmaya devam etmiş, üstelik filonun küçük bir azınlığı toplam avcılık içindeki gelirlerini artırmaya  devam etmiştir. Bu mevcut durumda piramitin tabanını oluşturan avcı filosunun ayakta kalmasını yüksek maliyetli kabzımallık finansı ile sağlamaktadır.  Balık spekülatörlerinden sağlanan yüksek maliyetli bu kaynak sorunu  çözmemekte sadece kaçınılmaz sonu ertelemektedir.
1990 lı tılların sonunda ortaya çıkan bu dikey büyüme balıkçılık rejimimizde 3 büyük kara delğin oluşmasına sebep olmuştur. Bu karadeliklerden ikisi ihracat yapıyor ülkeye döviz getiriyoruz maskesi ile kendini kamufle etmeyi başaran Orkinos avcılığı ve semirticiliği sektörü ile balık unu ve yağı sektörüdür. Her iki sektörün ayrıntılı tartışılması bu yazının amacı dışındadır. Bu konuda şimdiden  söyleyebileceğim yegane şey, bu tartışıma kaçınılmaz bir tartışmadır ve çok uzak bir zamana ertelenmesi mümkün değildir.
Balıkçılık rejimizde ki üçüncü kara delik ise çağ dışı kabzımallık sistemidir. Filonun büyük bir bölümünü borç stoku sayesinde elinde tutan neredeyse tam kontrol sahibi olan bu kesim tasfiye edilmedikçe ne kayıt dışı ile başa çıkabiliriz ne de yasa dışı avcılıkla.
Bu gün içinde bulunduğumuz durumu ve mücadelenin önümüzde ki günlerde karşılaşacağı sorunların kavranabilmesi için yaşadıklarımızın bir kez daha altını çizmek zorunda kaldım.
Bu uzun giriş bölümü için sabırlı okuyucuya teşekkür ederim.

İçinde bulunduğumuz sürecin kuvvetli ve zayıf yanları

Bu bölüme başlamadan bir tespitin altını net bir şekilde çizmek ve mücadelenin geleceğine dair uyarıda bulunmak istiyorum.
Sürdürülebilir balıkçılık mücadelesinde son başlayan 6 yıllık dalga ve bu sürecin çetin geçen son 2 yılı balıkçılık camiasında bölünmelere sebep olmuştur. İlk başlangıçta bir yanda sürdürülebilir balıkçılıktan çıkarı olanlar ve savunucuları toplanırken öte yanda mevcut sistemin korunmasından yana olanlar hatta var olan etkisiz korumacı yasaların bile tasfiyesini savunanlar toplanmıştı. Endüstriyel avcı gurubu içinde (şimdilik sayıları az olsa bile) durumun farkına varmaya başlayan ve yavaş yavaş dillendiren balıkçı arkadaşların çıkmaya başladığını söylemek istiyorum. Bu arkadaşların  sayıları şimdilik az ve sesleri yeterince yüksek çıkmıyor olabilir ama önemli olan yumurtanın çatlamasıdır. Bu arkadaşlar sürdürülebilir balıkçılık  mücadelesinde yakın bir gelecekte saflarını açıkça ortaya koyacaklardır.
Uyarmak istediğim konu ise elde edilen kısmı başarıların ve avcılık uygulamalarında yapılan memnuniyet verici değişikliklerin kimseyi rahatlatmaması ve rehavete kapılmamız konusudur.
Sürdürülebilir balıkçılık konusunda kesin kazanılmış mevzilere sahip değiliz. Yaklaşık 2.000.000.000 dolarlık bir Pazar ve bu Pazar üstüne hesabı olan tehlikeli ve güçlü gruplar var. Hem unutmayın; biz İstanbulu Bizans’tan aldık, Bizans’ta ise oyun bitmez.

Sürecin Kuvvetli yanı

Balıkçılık yönetimimizin “sürdürülebilir avcılık” konusunda aldığı her karar ve attığı her adım ortaya çıkan yeni problemler ve bu problemlerin çözümleri konusunda yeterli donanımlara sahip olup olmadığı konusunda çetin tartışmalara sebep olmaktadır.
Çoğu insan itiraz etse de Türk Balıkçılık Yönetimi bir reform süreci içerisindedir ve Genel Müdürlük bu süreci yönetmektedir. Genel Müdürlüğün ve Bakanlığın Sürecin arkasında durma konusunda verdiği kararlı işaretler, kendi yok oluşlarını durdurmanın yolunun stokların korunmasında yattığını fark eden Küçük Ölçekli Geleneksel Kıyı Balıkçıları, sürecin sahiciliğine giderek daha fazla inanmaya başlayan ve sorunların çözümüne bilimsel destek sağlama konusunda geçmişe göre daha istekli olan Akademik Cami ve giderek daha sağlıklı koşullarda ve faaliyetlerini realize etmeye başlayan Sivil Toplum Örgütleri bu sürecin hen en kuvvetli yanı hem de gerçek güvencesidir.
Üstelik süreç bu  güne kadar görülmemiş bir paydaşlık hukukunun temellerinin atılmasına sebep olmuş, ticari balıkçılık ve sorunları konusunda çekimser olan Amatör Balıkçı çevrelerini ve Çevreci orgütleri kendi manyetik alanı  etrafında toparlamaya başlamıştır. Daha düne kadar Sivik Toplum Faaliyetini balıkçılık haklarının genişlemesi için mücadele etmek ve sosyal faaliyetlerde bulunmak olarak algılayan Amatör Balıkçı örgütleri Canlı Sucul Kaynakların Korunması faaliyetlerine ilgi duymaya başlamış, bir kısım örgütler daha ileri giderek bu faaliyetlerin samimi paydaşları olmaya başlamışlardır.
Ortak paydanın “Canlı sucul kaynakların korunması” kabul eden bu çevreler arasındaki ilişkiler henüz gençlik çağını yaşasalar da ileriye dönük ciddi potansiyele sahiptir.
Sürecin en kuvvetli yanlarından birisi ise Siyaset Kadrolarının ikili ilişkiler nedeni ile geçmişte aldıkları bazı tutumları terk etmeleri ve Balıkçılık Yönetiminin aldığı karalara müdehale etmeme konusunda gösterdikleri olumlu tutumdur. Bu konu sürecin belki de en önemli ayağıdır. Siyaset balıkçılığın yönetimine ve aldığı kararlara karışmama konusundaki tutumunu devam ettirdiği sürece ufak tefek yol kazaları olsa da sürecek hedefine doğru sağlıkla ilerleyecektir.

Sürecin Zayıf Yanları;

Bir zincir en zayıf halkası kadar kuvvetlidir.Diğer halkalar ne kadar kuvvetli olursa olsun taşıyamayacığı bir yükün altında kalan zayıf halka koparak zincirin işlevsiz hale gelmesine sebep olacaktır.
İçinde bulunduğumuz bu sürecin en zayıf yanı ise denetim konusundaki yetersizlık ve cezaların caydırıcı olmayışıdır. Sistem ceza konusunda o kadar yetersizdir ki balıkçı kar zarar hesabı yaparak denizde av operasyonu yapabilmektedir.
Denetim mekanizmamız yasal boşluklar, hukuki eksiklikler ve denetim lojistiği (kadro ve mobilizasyon ) konusunda aşırı zayıftır. Bu konu çoklu başlıklar altında ayrı ve uzun uzun tartışılması gereken bir konudur. Marmara’da yasa dışı trol avcılığı engellenememekte, her üreme göçü mevsiminde boğazda kurulu ağ dalyanlarında avlanan havyarlı palamut ve torikler aşikare pazarlanmakta, av sezonu döneminde yasak sahalarda gırgır avcılı adeta alay edercesine devam etmektedir.
İstanbul balık hali denetim ve yasa dışı balık ticaretinin engellenebilmesi açısından işlevli bir hale getirilememekte, olay su ürünleri kanunun ihlalinin de ötesine geçerek kriminal bir hal almaktadır.
Balıkçılık ve su ürünleri genel müdürlüğü hem kadro sayısı açısından hemde mevcut örgütlenme modeli nedeni ile bu sürecin ihtiyaçlarına cevap verecek durumda değildir.
Balıkçılık ve su ürünleri il müdürlükleri şeklinde örgütlenmeden ve de taşra teşkilatlarının buna uygun yapılandırılması sağlanmadan bu işin yürümesi zor gözükmektedir. Son iki yıldır insan üstü bir çaba ile görev yapmaya çalışan (İstanbul’da bizzat şahidim) personel bu şekilde görev yapmaya devam ederse mesleğine olan inancını ve güvenini yitirme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Ne yazık ki bu görevli arkadaşlar sadece maaşlarını hak etmenin manevi hazzı ile yetinir hale gelmişlerdir.
İçinde bulunduğumuz sürecin bir diğer zayıf yanı ise mevcut Su Ürünleri Kanunun Sürdürülebilir Balıkçılık Yönetimi için yetersiz yanlarıdır. 1971 yılında yayınlanan kanun çeşitli zamanlarda muhtelif değişikliklerle yeniden yeniden düzenlemeye çalışılmış ama bu  yamalı bohça hali ile “ne İsa’ya nede Musa’ya” yaranamamaktadır.
Su ürünleri Kanunu Yasa Tasarısı artık kamu oyuna açılmalı, yeterli bir bir tartışma süresinin ardın geçiktirilmeden komisyona iletilmelidir.
Yeni yasanın işlevli bir hale gele bilmesi için görev ve sorumluluk alanları yeniden ve gerçekçi bir şekilde düzenlenmeli, diğer kanunlar ve kurumlarla çatışmalı  noktalar hukuki yeterliliği olan bir komisyon tarafından yeniden düzenlenmelidir.
Yetki karmaşası yasal alan tecavüzleri nedeni ile ne yazık ki kanuna muhalefet eden eylemelerde bulunanlar cezalandırılmaz duruma gelmişlerdir.
Su Ürünleri Kanuna muhalefet nedeni ile müsadere edilmiş bir balıkçı gemisi Kabahatler kanunu kapsamında geri verilmekte, kesilen para cezaları ilse iptal edilmektedir. Mevcut durum neredeyse yasa dışı balık avcılığını kanun ile korur hale gelmiştir.
Kanun ihlallerinde el konulması gereken av araçları (gırgır ağları ) lojistik yetersizlikler nedeni balıkçıya yeddi emin yapılmakta, kanuna rağmen balıkçı bu av aracı ile avlanmaya devam etmektedir.
Evrensel Balıkçılık Yönetimi parametreleri Tebliğ kapsamından çıkarılmalı yeni düzenleme ile kanun güvencesi altına alınmalıdır.
İstanbul Balık hali sorunu acilen çözülmeli, perakende satış noktalarının su ürünleri kanunu kapsamınsa görevlendirilen belediyeler tarafından denetlenebilmesi için gerekli hukuki ve idari düzenlemeler acilen yapılmalı Genel Müdürlük personeli pazar, market ve balıkçı dükkanlarının peşinde koşmaktan kurtarılarak asli görevlerine yoğunlaşmaları sağlanmalıdır.
Balık boyu, derinlik ve yasak saha denetimlerini işlevli hale getiremezsek büyük bir sinerji yaratarak hepimizi motive eden bu süreç heba edilebilir.


Sürecin önümüzdeki dinamikleri ve olası sorunlar

Türk balıkçılığının 3 büyük kara deliği var. Orkinos avcılığı ve semirticiliği, Balık Unu ve Yağı Sanayi ve Çağ dışı kabzımallık sistemi. Bu kara deliklerden beslenenler filo içinde dikey büyümenin en üst dilimini oluşturmakta ve avcılık gelirlerinde sezon nasıl giderse gitsin hatırı sayılır bir dilimi kesmektedirler. Bu gün bu olgunun çıplak bir şekilde görünmemesinin sebebi kayıt dışı avcılık ve sistemin şeffaf olmamasıdır. Reform sürecinin başarısındaki en temel etkenlerden biri avcılık gelirlerinin adil paylaşımının sağlanamamasıdır.
Mevcut sistem ile avcılıkta eşit olmayan bir rekabet ortamı yaratılmıştır. Orkinos avcılığı semirticiliği ile balık unu ve yağı sanayinde palazlanmış avcı filoları; öz kaynak kullanımı, üstün teknoloji ve aşırı yüksek av kapasiteleri nedeni ile avcılık gelirlerinden adil olmayan çok büyük bir pay almaktadır.
Üstelik bu kesimler mevcut durumun yarattığı dikey büyüme sayesinde kendi pazarlama organizasyonlarını oluşturmuş, inşa ettikleri büyük soğuk saklama tesisleri ile de kendilerini kabzımallık sisteminin mali baskısından da kurtarmışlardır.
Bir yanda av sezonunun verimliliği ne düzeyde geçerse geçsin yüksek karları  garantilemiş filonun küçük bir azınlığı diğer yanda ise kabzımallık rejiminin ağır baskısı altında av yapan ve avladığı balığın Pazar değerinin  %20 sini ancak alabilen büyük çoğunluk. Bu mevcut durum ile avcılık rejimimizin devam edemeyeceği her aklı selimin kabul edeceği bir gerçektir.
Mevcut durumun bir diğer sonucu ise içine düştükleri bu durumu ve sebepleri bilince çıkaramayan endüstriyel avcı gurubunun tabanının  bu haksız rekabetle baş edebilmenin yolunu bireysel kurtuluşta aramaya çalışmasıdır. Sadece kabzımallık rejiminin devamı ve karlılığını garanti altına almaktan başka bir işlevleri kalmayan bu gurupları oluşturan takım sahipleri (önemli bir kısmı artık takımının tek sahibi bile değilken) çözümü daha fazla av çabasında görmekte bu bakış açısı ile av çabasını kısıtlayan her türlü korumacı girişime muhalefete yönlenmektedir.
Bu kesimler mevcut düzen içinde bir poker masası etrafında toplanmış kumarbazlar görünümündedirler. Kendilerine her oyuncunun kazandığı bir kumar oyununun olmadığını bir kişinin kazanma şansı olduğunu bu oyunda kazanmanın bir mucize batmanın ise neredeyse garanti olduğu anlatıldığında “alacağınız cevap “ya kazanan ben olursam” olacaktır.
Oysa üzerine oynadıkları kamusal kaynaklardır. Bu oyun sadece kendilerini ve geleceklerini değil adil ve güvenli gıda olarak canlı kaynaklarımızın da yok oluşu ihtimalini içermektedir.
Şimdiden söyleyebiliriz ki, 2013-2014 sezonu sürdürülebilir balıkçılık ve canlı sucul kaynakların hakça paylaşımı mücadelesinde yeni pozisyonları ortaya koyacak bir süreç gibi gözüküyor. Yaklaşıl 2.000.000.000 dolarlık bir pazarda köşe başlarını kolayca bırakmayacaklarını ve yeni senaryolar temelinde bu mücadeleyi değişik alanlara taşıyacaklarının işaretlerini vermekteler. Bu yeni mücadele odaklarını yazının son bölümüne bırakarak devam edelim.

Sürece direnen odaklar ve yeni girişimleri

Sürece en büyük direnci gösteren odaklar İstanbul boğazı ve etrafında konumlanmış olan avcı gurupları ile İstanbul  balık halinde konuşlanmış komisyoncular dır. Daha düne kadar balıkçılık gelirleri ve bu gelirler üzerindeki çıkarları nedeni ile bir birleri ile çatışan mücadele eden guruplar birleşerek “sürdürebilir balıkçılık uygulamalarına karşı direnmek ve yeni kurulacak olan balık halinin işletmesini ele geçirmek” amacı ile işbirliklerine gitmektedirler. Kendi aralarında çatışmasızlık ve her türden değişim talebine karşı direnç göstermeye başlayan bu iş birliği eski hatalarından  ders çıkarmaya başlamış bir görüntü içerisindedir.
Bundan sonraki süreçte sürdürülebilir balıkçılık için mücadele edenlerin karşısında daha örgütlü, daha profesyonel ve daha planlı bir güç olacağı kesin gibi gözükmektedir. Bu güç bundan böyle kamusal alanda kaybedeceği tartışmalar içerisine girmek yerine siyaset alanları ve bürokratik zeminler içinde sıkı ve merkezi bir faaliyete hazırlanmaktadır.
Bu yeni süreçte geçmiş dönemin komik sözcülerinin olmayacağını biliyoruz. Akademik camiadan ticari faaliyete geçmiş yeni yeni kadrolar ve bu süreçte kendilerine sahip çıkacak siyaset üzerinde başkı uygulamaya çalışacak “basın mensupları” ile karşılaşacağız.
Bu yeni koalisyonun ömrü muhtemelen mücadele ile geçecek olan iki yıl olacaktır. Bu iki yıl ise temel iki çatışma noktasına sahne olacak gibi gözüküyor. Bu çatışma noktalarından birincisi bu yıl içinde parlamento gündemine geleceğini düşündüğümüz yeni “Su Ürünleri Kanunu” diğeri ise Gürpınarda yapımı devam eden ve 2014 yılında bitmesi beklenen yeni balık hainin işletilmesi konusudur.
Her iki çatışman noktasında da hem ahlaken hem de bilimsel olarak haklı konumda olan bizleriz. Dolayısı ile bu mücadelenin sonucunda en büyük faktör de biz olacağız. Burada kullandığım biz lafı  bir dernek etrafında toplanmış olan gurubumuzu değil; "balıkçı kooperatiflerinden Sivil Toplum Örgütlerine, Merkezi Balıkçılık Otoritemiz den Akademisyenlere" kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Bu tarife bizlere sempati ile bakan halkımızı ve basını da eklediğimizde gerçek resim ortaya çıkacaktır.

2013-2014 sezonunun balıkçılık açısından verimli geçeceğine dair çok işaret var, ben  “sürdürülebilir balıkçılık ve sucul kaynakların hakça paylaşımı” mücadelesi açısından da verimli bir yıl geçireceğimize inanıyorum.