2 Ağustos 2016 Salı

Zor bir yazı.





Zor bir yazı bu. Ülkenin yaşadığı büyük acı ve henüz tam olarak bertaraf edilip edilmediği belli olamayan bu büyük tehlike koşullarında yaşıyoruz. Dikkatlerimiz ve düşüncelerimiz bu büyük tehlikeye odaklanmış durumda teyakkuz halindeyiz.

Bu nedenle yeni Tebliğin yayınlanmasının gecikmesini fazla önemsemedik ve memleket karışmış büyük tehlikelerle başa çıkmaya çalışılıyor elbet yayınlanır diyerek pek oralı olmadık. 
Önemsemedik derken kast ettiğim şu. Tebliğ katıldığımız ve katılmadığımız yanları ile birlikte kaba hatları belli olmuş ve “genel itibari” ile sürdürülebilir avcılık konusunda içine girdiğimiz reform sürecinin devam ettiğini işaret ediyordu. Bu nedenle de bir adım geri iki adım ileri dedik ve sahip çıktık.

Gel gör ki bazı odaklar kurt dumanlı havayı sever diyerek günlerdir Ankara kapılarında kah siyasi kadrolar kah BSGM nezdinde yaptıkları girişimlerle danışma kurulunda ilan edilmiş tebliğ konusunda faaliyette bulundular ve hala bulunmaya devam ediyorlar. Biz memleketin içine düştüğü durum ve resmi otoritemiz olan BSGM’nin kendi hazırladığı tebliğin arkasında duracağı düşüncesi ile aklımız memleketin yaşadığı büyük tehlikeye yönelttik ve bu girişimleri ciddiye almadık.
Şimdi görüyoruz ki yanlış yapmışız. Gerek Ankara merkezli haberler gerekse  büyük balıkçı(Özellikle büyük İstanbul) merkezli haberler Tebliğin değiştirildiği yönünde. Nelerin değiştiği yönünde kelam etmek istemiyorum. Nelerin değiştiğinden çok nasıl ve neden değiştiği daha önemli.

Bu değişiklikler; canlı doğal kaynakların sürdürülebilir avcılığı yönündeki eksikliklerin giderilmesini mi kapsıyor yoksa büyük ölçekli balıkçıların ve üçüncül paydaşların ticari taleplerini mi kapsıyor. Bunu görmeye çok az kaldı. Gelen ve ortalıkta dolaşan haberler bu konularda büyük sürprizler ve hayal kırıklıkları yaşayacağımız yönünde.

Umarım ben mahcup olur ve seve seve hem bu yazıyı okuyanlardan hemde bu yazının muhataplarından seve seve özür dilerim. Size olan güvenimizin sarsılması boş bir kaygıdan ibaretmiş hakkınızı helal edin beni de af edin derim. Eğer bunu dersem son yıllarda yaşadığım en büyük mutluluk olacağını şimdiden ilan ediyorum.

Eğer bu tebliğ değişikliğe uğrar ve haklı çıkarsam da çok büyük mutsuzluk yaşayacağımı da bilmenizi isterim. Bu konuda haklı çıkmak asla bir sevinç ve onur kaynağı olamaz.

Edebiyatı bir kenara bırakalım ve tebliğ meselesine geri dönelim.
3/1 sayılı tebliğ danışma kurulu sonrasında revize edilip derinlik ve avcılığa sınırlı alanlar küçültüldüğünde Genel Müdürlük sürdürülebilir balıkçılık mücadelesinin motor gücüdür dedik ve itibarını korumak nedeni ile kelam etmedik.  
Son tebliğde yaşanan bu geri adım eğer yürürlüğe girmek üzere olan yeni tebliğde de yaşanırsa anlayacağız ki başımızın çaresine bakmak zorunda kalacağız.

Anlayacağız ki, BSGM kendi aldığı kararları lobilere ve baskı odaklarına karşı savunacak kararlılığa ve güce sahip değil.

Anlayacağız ki, BSGM (şahısları tenzih ederek ) uzun sayılabilecek bir süredir içinde bulunduğumuz balıkçılık reformu sürecinin önderliğini de itibarını da taşıyamamaktadır.

Gönül kırmak hak yemek benden uzak olsun.

Mesele Balıkçılık meselesidir.
Mesele Geleneğin ve kültürümüzün korunması ve yeniden üretilmesi meselesidir.
Mesele canlı doğal kaynakların ve kaynakları paylaşanların korunması meselesidir.
Mesele paydaşlık hukuku ve bu hukukun namusunun korunması meselesidir.
Mesele en önemli ekonomik ve kültürel değerlerimizden birisi olan küçük ölçekli geleneksel balıkçılığın korunması meselesidir.

Saygıyla
Sevgiyle
Selamla


Ne yapın edin bana özür diletin …

15 Temmuz 2016 Cuma

Yeni bir sürece doğru


Büyük bir apartmanda yaşıyorsunuz. Bazı komşularınız binanın ortak alanlarını kendi çıkarlarına kullanıyorlar. Bahçeyi tarım arazisine çevirip ekmişler. Çocukların oyun alanları, apartman sakinlerinin altında buluştuğu sohbet ettiği çardak ve hatta garajın bir bölümü 3-5 kişi tarafından haksız hukuksuz işgal ve kullanım altında. Söz konusu olan sadece bu 3-5 kişinin çıkarları ile de sınırlı değil. Kapalı otoparkta birkaç kolon kesip kendilerine apartman ortak alanında ürettikleri mahsulü paketleyecek bir tesis bile yapmışlar. Yani sadece haksız usulsüz kazanç sağlamakla kalmamışlar binanın statik yapısını bozarak bina güvenliğini de içinde yaşayanların can güvenliğini de tehlikeye atmışlar.

Bu durumda eğer bu binada yaşıyorsanız ne yaparsınız. Soruyu daha somut ve doğru soralım. Bu binada oturanlar ne yapmalıdırlar.
Elbette bu konuda çok sayıda öneride bulunabiliriz. Ben yine de en temel olanları sıralıyayım.

İlk yapılması gereken mevcut durumdan çıkarı olmayanların birlik olması için mücadele edersiniz. Onları birlikte hareket etme ve güçleri birleştirme fikrine kazanmaya çalışırsınız.
Bunu yapmanın yolu onlara bina da olan bitenler hakkında basit gerçekleri anlatmaktan, olası tehlikeyi işaret etmekten ve ancak birlikte mücadele edersek tehlikenin engellenebileceği fikrine kazanmaktan geçer.

Birlikte mücadele etmek için faaliyet yaparken diğer yandan da ilgili kamu kurumlarını görevlerini yapmaları için zorlamaya başlarsınız.
Gazetelere haber verip binanın durumuna dikkat çekilmesini sağlamak, komşu binalardaki insanlara mevcut durumunuzu anlatıp onların desteğini kazanmak, ortak alanlardaki usulsüzlükler konusunda hukukçulara başvurmak, bina statiğinin durumunu tespit etmek için ilgili bilimciler ya da mühendislerden destek sağlamak, varsa görevini ihmal edenleri açığa çıkartmak, somut durumlarda dava açmak, ihtiyaca cevap vermeyen yasa ve yönetmeliklerin değişmesi için uğraşmak v.b. yapılacak çok iş vardır.

Bina sakinlerinden bir kaçı bu saydıklarımın güçleri oranında bir bölümünü yapıyor ve yapmaya da devam ediyor. Bir yandan da birlikte hareket etmek ve mücadele etmek için diğer bina sakinlerini kazanmaya çalışıyorlar. Lakin binada küçük bir azınlıklar. Güçleri her şeye yetmiyor. Çok ses çıkartsalar da, sokağın hatta mahallenin konu hakkında bilgilenmelerini sağlasalar da güçleri ne usulsüzlükleri engellemeye yetiyor nede güvenliği tehlikeye atılmış binanın onarılmasına. Kısmi başarılar ve konunun geniş kesimlere duyurulması dışında bir başarı elde edemiyorlar. Zaten küçük bir azınlığın büyük bir çoğunluğun çıkarı için verdiği mücadelenin (mevzi muharebeler kazanılsa da) savaşı kazanmaya yetmeyeceği açık.
Mücadele edenlerin içinde binadan taşındığı halde namus meselesi yapmaya devam edenler de var bina da oturmaya devam edenler de.
Mesele mücadele edenler de değil mesele başka yerde.
Mesele binada oturduğu halde mücadeleye katılmayanların sosyolojileri de ruh halleri de bir değil. Farklı farklı nedenlerden katılmıyorlar mücadeleye. Bir kısmı mücadele eden küçük azınlığın binayı da kendisini de kurtaracağını umuyor. Bir kısmı binayı istediği gibi kullanan çeteden korkuyor. Bir kısmı tuhaf bir şekilde küçük menfaatler uğruna büyük tehlikeyi görmezden geliyor. Esas önemlisi de binada oturanların büyük çoğunluğunun ortak mücadeleye ve kazanacaklarına karşı olan inançsızlıkları. Mesele bu inançsız aparman sakinlerini mücadeleye nasıl kazanacağımızda. Bu hedefe varmak için ihtiyacımız olan yol ve yöntemlerin belirlenmesinde. Mesele birlikte mücadelenin yine birlikte inşa edilmesinde.

Apartmanda bu sosyolojik kategorinin dışında oturanlar var ve bunların davranış biçimlerinin hatta eylemlerinin de tarife ihtiyacı var.

Bunlardan birisi daha önce bahçıvanın ve kapıcının parasını çaldığı için apartmanı terk etmek zorunda kalan eski bir yönetici. Derin bir öfke ve düşmanlıkla hareket ediyor. Amacı apartmana geri dönmek ve bir pozisyon elde etmek.  Bir yandan apartmandan nemalananlara sahte vaatler sunarak tekrar bir ilişki kurmaya çalışırken diğer yandan da apartman içinde bulduğu kuklaları dışarıdan yöneterek apartman için mücadele eden küçük azınlığın yolunu kesmeye bu mücadeleyi engellemeye çalıyor.

Bir diğeri aslen başka bir muhitte lüks bir yaşam sürerken itibar ve kariyer yapma kendini bir marka haline getirmek için bir ara apartmanda bir daire kiralayan ama kiraladığı daireye de pek uğramayan bir kadın. Güçlü, akıllı ve eğitimli bir kadın. Etkili bir çevresi sağlam bir networkü var. Fakat, dışarıdan ve yukarıdan müdahale etmeye çalışıyor apartmana ve verilen mücadeleye. Apartmanı ve sorunları bilen birisinin gözüyle baktığında tuhaf bir durum çıkıyor ortaya. Hem apartmandaki tehlikeye karşı mücadele ediyor (ettiğini sanıyor ) hem de apartmanı tehlikeye atanlarla ortak faaliyet yapmaya çalışıyor. Oturduğu lüks mahallede de apartman üzerinden etki yaratmaya çalışıyor. Oysa ne oturduğu mahallenin apartmanla bir ilgisi var ne de kendisinin. Bazen üzülüyor insan. Çünkü yetenekleri, donanımı ve disiplini ile mücadeleye katkı sağlaması mümkünken kendisini ve faaliyetini mücadelenin önüne geçiriyor. Birlikte mücadele yerine rekabeti tercih ediyor. Bu nedenle de bir o yana bir bu yana savruluyor.

Bir diğeri ise apartmanın müştemilatına ruhsatsız iş yeri açmış. Apartman sakinlerine ıvır zıvır satarak geçimini sağlamaya çalışan birisi. Aynı zamanda bunun iş yeri memnuniyetsizler taifesinin toplanma yeri durumunda. Memnuniyetsizlerin gidecek yeri yok bunun da onu kovacak gücü. Birbirlerini tamamlıyorlar. Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş misali. Her türlü gıybet iftira gırla gidiyor. Arada sırada apartmandan nemalananlara laf atsalar da çoğunlukla mücadele edenlere taş atmakla geçiriyorlar zamanlarını. İşportacının mücadele ile alakası yok aslında onun tek derdi satmayı umduğu 3-5 ıvır zıvır ve dükkâna gelen gidenin sayısının artması.

Apartmanda aşağılık kompleksi ve duygusal yalnızlık çeken ruhsal problemlerinin yarattığı acı ve sıkıntılarını gidermeye çalışan birkaç kişi daha var. Mücadelenin ilk yıllarında olan biteni anlamaya çalışan bu mücadele de var olarak ps,kolojik sorunlarından kurtulmaya çalışan bu birkaç kişi de başarısızlıklarını yine mücadele edenlerle mücadele ederek gidermeye çalışıyorlar.
Mücadeleye nasıl bir katkı koyarız biz hangi eksiği kapatırız diye bir kaygıları yok. Telefon ellerinde sabahtan akşama kadar mücadele eden küçük bir azınlık hakkında istihbarat peşinde koşuyorlar. Bu küçük azınlığın hata yapmasını umuyor ve istiyorlar. Ne yaman çelişki o küçük azınlık elbette hata yapabilir ama bu mücadeleye özne olarak bakanlar onların hata yapmalarını ummak yerine hata yapmalarına engel olmak gerektiğinin farkında bile değiller.

Üstelik apartman yönetiminin zaman zaman bunları insan yerine koymaları sebebi ile aşırı şişmiş bir öz güvene sahipler. Öyle bir öz güven ki iftira ve dedikodu ile gerçekten kedi küçük dünyalarında verdikleri bu savaşı kazanabileceklerine inanıyorlar.
Bunları yazmakta ki sebebim içine girmek üzere olduğumuz yeni sürecin sathi mahalline dikkat çekmek ve bu yeni süreçte gerek bizim gerekse apartmanın mağdurlarının hem apartmanı statik olarak güvenceye almak hemde apartmandan haksız hukuksuz nemalananları zapturapt altına almak için yapması gerekenleri tartışmaya açmaktır.
Yeni süreç içimizde ufak tefek nemalanmalar yüzünden mücadeleye zarar verenleri ikna etmek edemiyorsak tasfiye etmek gibi bir görev koyuyor önümüze.
Yeni süreç binada olan bitenden mağdur olup binanın ve yaşamlarının tehlikeye atılmasına karşı ses çıkarmayanların sosyolojisini anlamak ve kesinlikle birlikte mücadele etmek gibi bir görev koyuyor önümüze.
Yeni süreç apartmanda oturmadığı halde apartmanın ve içinde yaşayanların geleceği üzerinde karar mekanizmalarını oluşturanların esas görevlerine iknalarından ve apartmanın gerçekleri konusunda rasyonel bir farkındalığa kazanılması görevini koyuyor önümüze.

Yeni süreç gerek apartmanda oturduğu halde başka hesaplar peşinde koşanların gerekse apartman hakkında karar alanların bu kararlara yön veren kurum ve kişilerin gerçek pozisyonlarını açığa çıkartma görevi koyuyor önümüze.
Bu görevleri başarı ile yerine getirebilir apartmanımıza sahip çıkabilirizi. Hatta daha da ötesi apartmanımızı sonsuza kadar koruya biliriz. Tek bir koşulla.
Birlikte mücadele eder ve sahici bir mücadele geleneği yaratmak şartıyla.
Eğer başaramazsak apartman başımıza çökecek.
Apartmandan nemalananlar ve argo deyimle bizim apartmanda, sokakta ve mahallede volta atanlara ise bir şey olmayacak.
Onlar zaten bizim apartmanda değiller …

Son söz olarak;
Artık gerilla savaşının dönemi bitmiştir ya büyük bir mevzi savaşı vereceğiz yada yenileceğiz.


Not: Bizim apartman, sokak ve mahallede oturup yazdıklarımdan bir şey anlamayanlar için başka mahalleye taşınma vakti gelmişte geçiyor demektir.


9 Haziran 2016 Perşembe

Sadece kaşıntıya sebep oluyorsunuz …


Balıkçılık mücadelesi hiç kimsenin tekelinde değildir. Hiçbir hükmi tasarruf ne bireylerin nede kurumların bu mücadeleye katılmasına, fikir üretmesine ve fikirlerini savunmasına engel olamaz. Bu nedenle bu mücadelede taraf olanların hukukunu mücadele içinde var olup olmadıkları ve eğer varsalar nasıl var oldukları belirler. Hiçbir balıkçılık toplantısına katılmayan ve Genel Müdürlüğün yolunu bilmeyenler ne yazık ki mücadelede var olmadıkları için kendince/aklınca mücadele eden taraflar üzerinden bir varlık inşa etmeye çalışmaktadırlar. Daha net bir ifadeyle “mücadele edenlerle” mücadele ediyorlar.
Bu beyhude bir çabadır.
Bu olsa olsa bir sivrisinek vızıltısıdır.
Sadece kaşıntıya sebep olmaktadır.
Danışma kurulu ve orada söylediklerim hakkında açıklama yapıp ondan sonra da ortalıkta dönen dedikodu ve karalamalar hakkında açıklama yapacağım.

Sahada faaliyet yapanların bildiği üzere 18+18 formülü (tezgahı) etrafında dönen sürtüşmeler ve tartışmalarla girdik danışma kurulu sürecine. İşin içine karışan siyasiler ve ortalıkta dolaşan isimler nedeni ile oldukça gergin ve stresli bir süreç yaşadık dersem herhalde abartmış olmam. Bu arada Genel Müdürlük toplantıyı sadece balıkçı örgütlerinin temsilcileri ile yapma kararı aldı. Buna rağmen yazılı olarak başvurduk ve katılmak istediğimizi söyledik. Üstelik ( her ne kadar düşüncelerine ve eylemine katılmasam da ) Defne Koryürek’in de orada olması gerektiğine inandığımız için haberdar edilmesini onların da yazılı başvuruda bulunmaları için bilgilendirilmelerini istedik. Ne yazık ki talebimiz nezaketle ret edildi ve biz de saygıyla karşıladık karalarını.
Ben toplantıya katılmak için değil ülkenin değişik yerlerinden gelecek arkadaşları görmek ve konuşmak ama aynı zamanda da 2007 yılından bu yana karşımızda olanlara orada olduğumuzu göstermek için gittim.
Bizim cenahtan Kocaeli Birlik mensubu ( davetsiz ) iki arkadaşla beraber toplantı başladıktan sonra zaman geçirecek yer konusunda plan yapıyorduk ki gelenlerin içinde epeyce davetsiz insanı fark ettik. Üçümüz kendi aramızda yaptığımız bir değerlendirme sonucunda davetsizlerin sayısının azlığı nedeni ile salona davet edilme ihtimalini fark ettik ve benim önerimle onlarda girmesin biz de girmeyelim kararında anlaştık. Başkana da kararımızı ilettik. İnsanlar salona girdiğinde biz üç kişi ( Mete, Ali ve ben ) hala bahçedeydik ve tam hadi gidelim artık dediğimizde merdivenlerde bulunan başkan Genel Müdürün bizi salona çağırdığını söylemesi üzerine tekrar itiraz etmeye yeltendik. Başkan, “artık yapacak bir şey yok girin içeri delegelerden ayrı oturacak ve söz almayacaksınız” dediğinde de salona girdik.

Öğlen yemeğine kadar olan birinci bölümde de ağzımızı açmadan izledik. Hatta 1. Gündem maddesi olan Adalar konusunda bile konuşmadık. Öğlen molasında Genel Müdüre “salonda konuşanların önemli bir bölümünün davetlilerin dışındakiler olduğunu ve öğlenden sonraki oturuma bizimde onların da alınmamaları konusunda öneride bulundum. Arık yapacak bir şey yok böyle devam edelim denmesi üzerine ikinci oturumda konuşmama izin vermeleri istedim. Konuşabileceğim söylendiği için de ikinci bölümde temel konularda söz alarak talep ve fikirlerimizi ilettik.
Bu yazıyı yazmama sebep olan 3 konu var.
Beni içeri Ramazan Özkaya’nın aldığı iddiası
Işıkla avcılığı benim önerdiğim iddiası
Adalar Gırgıra kapalı alanının küçük balıkçının ağla avcılığına kapatılması önerisinin bana ait olduğu iddiası

Birinci iddianın cevabını yukarıda verdim. Ramazan Özkaya merdivenlerin başından “herkes içeri girdi Genel Müdür dışarıdakilerde girsin dedi” deyince söylenerek girdik içeri. Aksini iddia eden ve ortaya en küçük bir kanıt koymayan namerttir.
Işıkla avcılığın konuşulmasında söz alarak kelimesi kelimesine “bu madde hakkında lehte yada aleyhte konuşmayacağımı ama bu doğrultuda bir karar verilmesi halinde Lamba kayıklarının sadece yardımcı gemi ruhsatına sahip ve BAGİS cihazı takılmış kayıklardan oluşması gerektiğini, ışığa yasak alanların değil serbest alanların koordinatlarının belirlenmesi gerektiğini, kıyıdan 3 mil ve 100 metreden daha sığ sularda lamba yakılmasının yanlış olacağını ve Eylül-Ekim aylarında karadenizde Hamsicilik kötü gittiğinde Marmara’ya aşırı sayıda tekne geçmesi durumunda nasıl önlem alınacağının düşünülmesi” gerektiğini söyledim.

Adalar konusundaki iddiaya gelince; girişte anlattığım üzere konu gündemin birinci maddesi idi ve biz salona konuşmamak üzere alındık. Karnımıza kramplar girse de ağzımızı açmadan dinledik. Sürdürülebilir balıkçılık adına hiçbir olumlu girişimi olmayanların (üstelik var olan yasağın da kalkmasını isteyenlerin )nasıl intikam duygusu ile bu yasağı sevinçle desteklediklerini gördük. Erdoğan Kartal ve Ramazan Özkaya dışında doğru düzgün bir itiraz da gelmedi öneriye. Ben konunun burasını şimdilik uzatmak istemiyorum yakın bir zamanda tartışmak üzere erteliyorum. Benim bu konuda aksi görüş beyan ettiğimi sağda solda söyleyenler çıkıp delikanlıca orta yerde söylesinler ben de gereken cevapları daha ayrıntılı vereyim.
Bir de yukarıda saydıklarım kadar önemli olmasa da Nisan 15 Mayıs 15 tarihleri arasında alamana yasağını savunmam konusu var. Evet doğrudur ben bu yasağı önerdim ve savunuyorum. Tabi konunun arkasında küçük bir ayrıntı ile birlikte (!) Alamana yasağı, Dalyanların 15 Haziran’da açılması ve Palamut uzatmalarının 6 boy 5 kapak ile sınırlandırılması birbirine bağlı/bütünleşik 3 öneri idi. Merak eden yada aksi fikri olan varsa ayrıntılı tartışırım ama Yumurtalı Palamut ve Lüfer üzerine kelam edip sadece Dalyanı işaret etmek hem gerçekçi değildi hem de ahlaki değildi.
Başka neleri savunduk;
Körfez yasağının büyütülmesini,
Gemlik körfezinin tamamen Bandırma körfezinin kısmen Gırgıra kapatılmasını,
Misina ağ yasağının yanlışlığını ve kaldırılmasını,
Gırgır avlanma derinliğinin şimdilik 30 metreye çıkarılmasını ve 50 metre için çalışmaların yapılmasını,
Kıyıya 300 metreden daha yakın mesafelerde Gırgır avcılığının yasaklanmasını,
Tekir balığı için 15 günlük bir av yasağının getirilmesini.

Elbette önerilecek önerilmesi gereken birçok konu vardır. Biz kendi adımıza en temel olanları talep ettik. Unutulmamalıdır ki 3/1 sayılı tebliğden geriye düşer miyiz endişesinin yaşandığı bir tebliğ toplantısı idi ve her şeye rağmen (adalar konusunu8n düzeltilmesi şartıyla ) daha ileri bir tebliğ ile karşı karşıyayız. Çok insanı rahatsız etse de ben şahsen yetmez ama evet diyenlerdenim. Son 8 yıldır 1 adım geri atsak ta 2 adım ileri atmayı başardık. Tebliğ nasıl çıkacak toplantıda tartışılan konular ne kadar ve ne şekilde tebliğe yansıyacak hep birlikte göreceğiz. Umarım Adalar konusu düzeltilir ve vahim bir yanlıştan vaz geçilir şimdilik bu konularda söyleyeceklerim bunlarla sınırlı soru olur yada söylediklerime itiraz gelirse yazmaya devam ederim.

Yazıyı bitirmeden birkaç söz de kendimize edelim ki yazı bir işe yaramış olsun. 3-5 kendini bilmez egosu tavan şahsiyeti taban yapmış insana cevapla harcamayalım kalemi ve kelamı.

Bu danışma kurulu gösterdi ki Tebliğ önerilerine iyi hazırlansak da önerilerimizi savunma konusunda birçok yetersizliğe sahibiz. Her bölgeden gelen talepleri kısa ve ikna edici bir şekilde savunmak en başta yapmamız gereken işlerden birisi. Bir başka husus ise tebliğ tartışmalarına balıkçının kazanılması ve her küçük balıkçının fikrinin muhakkak alınmasıdır. Bunu yapabilmenin yolu ise tebliğ öncesi son bir yılı tamamen bu konuya ayırmak her kooperatifte en az bu konuyla ilgili 4-5 toplantı yapmaktan geçmektedir.
Bir küçük not ise zeminini kaybedenler için ekleyelim. Vekâlet kooperatif, birlik ve üst birliği yönetmek içindir. Vekâlet balıkçıya sormadan tebliğ önerisinde bulunmak için değildir. Balıkçılığın gerçeklerine ve tabanın taleplerine rağmen göstermelik oylamalarla kendi görüşlerinizi balıkçının görüşü olarak taşıyamazsınız Ankara’ya. ( Arif olan anlar )

Hele şu tebliğ bir çıksın daha çok tartışacağız ama bu mücadeledeki sahici unsurlarla. Balığı ve küçük balıkçıyı özne sayanlarla tartışacağız.
Özgüvenleri gölgelerinden büyük kendileri gölgelerinden küçük olanlarla değil.

Yalancı, iftiracı ve haysiyet yoksunları ile değil …

21 Mayıs 2016 Cumartesi

Cambaza bak!




Bazen tek bir birey bir topluluğu kurtarabilir. Kesin olansa o bireyin ben olmadığımdır. Yangını söndürecek olan sadece içinizden birisidir.


Çok eskilerden önce siyaset diline sonra da günlük dile girmiş bir söz vardır. Panayır yerlerine gelen gösteri kumpanyalarını yankesicilik amacıyla cep boşaltma için kullanan kurnazlar soyacakları kişinin dikkatini cambaza yöneltirlermiş. Mağdur telde yürüyen cambazı hayretle izlerken yankesici de işini görürmüş.

Belki kimse farkında değildir ama bu yöntem siyasetten ticarete ticaretten sosyal alana kadar hala işlevli bir biçimde kullanılmaya devam ediyor. Birisi çıkıp bize cambazı gösteriyor öbürü cebimizi boşaltıyor. Bazen hedef para bazen de hayallerimiz, umutlarımız ve mücadelemiz oluyor. Amaçlarına ulaşmak için dikkatimizi dağıtıyor, aklımızı karıştırıyor ve bizi kendimizi koruyamaz hale getiriyorlar.

İçine girdiğimiz yeni tebliğ sürecinde İstanbul Birliğin ama en başta da yönetiminin duruşu üzerine düşündüklerimi paylaşmak İstanbul Birliği bekleyen tehlikeye dikkat çekmek istiyorum.
Kooperatifçilik ya da kooperatifler ancak balıkçı balık tutuyorsa önemlidir ve vardır. Çünkü tek bir amaçla kurulurlar küçük ölçekli balıkçının avladığı ürünün pazara sürülmesinin merkezileştirerek gelirlerinin istikrarını ve büyük üretici/avcı karşısında rekabeti dengelemek. Kooperatiflerin bir başka hedefi ise avcılık faaliyetlerinin ihtiyaçlarının merkezi olarak çözülerek maliyetlerini düşürmektir.
Yani balıkçı balık avlayabiliyorsa ihtiyaç var kooperatife balık yoksa balıkçı da yok kooperatif de. İçinde bulunduğunuz süreç kooperatifleri bir başka hedefe daha yönlendirmektedir. Madem balık yoksa balıkçı yok balıkçı yoksa kooperatife de ihtiyaç yok diyoruz o halde küçük balıkçı kooperatiflerinin önüne bir başka hedef bir başka amaç daha çıkıyor. Kaynakların korunması ve sürdürülebilir avcılığı için mücadele etmek. Sorumlunun kendisinin olmadığı yok oluşa karşı çıkmak. İşte bu hedef doğrultusundaki faaliyet kooperatiflerin kuruluş amaçlarının önüne geçmiştir. Biz denizlerin balıkla dolu olduğu, yasa dışı avcılığın çok az olduğu avcılığın sürdürülebilir yapıldığı bir süreci yaşamıyoruz tam aksine kaderimizi balığın varlığına bağlı olduğu ya birlikte yok ya da birlikte var olacağımız bir süreci yaşıyoruz. Denizlerin ve balıkların geleceği güvencede olmadığı sürece bizim de kooperatiflerimizin de bir geleceği yok. Tek çaremiz ve tek şansımız kendimizi korumak için mücadele etmek. Bunun ise tek bir yolu var sürdürülebilir Balıkçılık için mücadele etmek.
Zaten düne kadar böyleydi. İstanbul Birlik son 7 yıldır yükselen sürdürülebilir balıkçılık mücadelesinde paydaşları ile birlikte ve çoğu zaman da onların önünde bayrak tuttu. Sürdürülebilir balıkçılık mücadelesi ile özdeşleşti. Tüm itibarını bu mücadeledeki duruşu ile kazandı. Bir gün Türkiye’de Sürdürülebilir Balıkçılık mücadelesinin tarihi yazılırsa şüphesiz birlik bu tarih yazımında kendisine bir yer bulacaktır. Tabi tek bir şartla mümkündür bu. Bu gün içinde bulunduğu karabasandan kurtulması, söylemini ve mücadelede ki duruşunu düzelmesi şartıyla.
Daha önce yazmıştım bu nedenle uzun uzun yazmak yerine hatırlatarak geçeceğim. Birlik bu mücadelenin temel çatışma alanlarından olan Gırgır avlanma derinliği ve balık boyları konusundaki duruşunu kökten değiştirmiş ve kelimenin gerçek anlamı ile kaynakları bu güne kadar talan eden ve son kalanları da talan etmek isteyenlerin safına geçmiştir. Birlik bu durum değişikliğini Danışma Kuruluna taşır mı bilmiyorum. Eğer taşırsa orada bize yaptığı gibi benim kooperatiflerim böyle istedi diyerek izah edemez durumu. Daha önce yeni uygulamaları neden savunduklarını ve şimdi neden vazgeçtiklerini sorarlar adama ve makul cevaplar beklerler. Görünen odur ki Birliğin bu konuda verilecek makul bir cevabı yoktur.

Şimdi bu yazıyı yazmama neden olan iki konuya geçiyorum.

Birkaç aydır başta Ahmet Menekşe olmak üzere Gırgır camiasından çeşitli kişilerin hiç sakınmadan ve alenen söyledikleri bazı laflar var. Sarıyer’de yapılan toplantı kişisel konuşmaların dışında bir platformdur ve burada da açık açık bu beyan yapılmıştır. Çoğunuz bu iddiaları duydunuz ve duymayanların sabırsızlandığını biliyorum.
Söyleyeceğim.
Ahmet Menekşe Erdoğan Kartal ile derinlik ve boy yasağı konusunda anlaştıklarını her yerde anlatıyor. Bu işin %80-%90 bittiğimi sadece SÜRKOP’ta sorun kaldığını söylüyor. Yine Menekşe konunun “yukarıda” görüşüldüğünü, bakan beyin “aranızda anlaşıp gelirseniz hallederiz” dediğini söylüyor. Neredeyse tüm camianın duyduğu bu konuşmaları Birlik Yönetimi duymuyor mu? Duyuyorsa söyleyecekleri, söylemeleri gereken şeyler yok mu? Eğri oturup doğru konuşalım. Eğer, yarın öbür gün bu mealde bir tebliğ çıkarsa en büyük sorumlu İstanbul Birlik olacaktır. En büyük vebal de buna sessiz kalanların üstüne kalacaktır.
İşte bu tabanın haberi olmadan hazırlanan tebliğ önerisi o zaman dönecek ayağınıza dolanacak yeni uygulamalar sayesinde az da olsa nefes alan stokların da bu stoklar üzerinde az da olsa avcılık yapan küçük balıkçının da ahı boynunuza dolanacaktır.
Evet, beyler artık bu iş Erdoğan Kartal’ı aşar. İki aydır Menekşe, Kul, Güney ve diğerlerinin bu işin nereyse bittiğini ve İstanbul Birliğin de beraber olduğunu anlatıyor ve siz susuyorsunuz. Konuşmak için çok az zamanınız kaldı. Eğer şimdi konuşmazsanız Haziran ayının sonunda yapacağını tek iş boynunuzu bükmek ve utanmak olacaktır.
Ben biliyorum ki ezici çoğunluğunuz farklı düşünüyor 3/1 sayılı tebliği savunuyorsunuz. Hatta savunmaktan öte daha da ileri düzenlemeler istiyorsunuz. O halde neden bu suskunluk işlemediğiniz bir günaha neden ortak oluyorsunuz. Ya çıkın Menekşe ve diğerleri yalan söylüyor deyin ya da (eğer doğruysa) evet doğrudur biz de onaylıyor ve uygun görüyoruz bundan sonra safımız Menekşe’nin safıdır deyin. Deyin ki biz de yol arkadaşlarımızı paydaşlarımızı öğrenelim. Küçük Ölçekli Geleneksel Balıkçılığın korunması için verdiğimiz bu mücadelede hesaplarımızı Birlik yokmuş gibi yapalım. Kim paydaş kim küçük balıkçılığın safında bilelim.
Bundan kaçış yok ya düne kadar şerefle taşıdığınız sancağı tutmaya devam edeceksiniz ya da tarihin tozlu sayfalarında küçük bir dip not olarak yer alacaksınız.

Biz bir dost bir paydaş olarak görevimizi yerine getiriyoruz.
Biz ilk günden buyana durdurduğumuz yerde durmaya devam ediyoruz.
Biz sendelemiş düşmek üzere olan bir dosta el uzatıyor kalkmasına yardım etmek istiyoruz.

Gelelim ikinci konuya;

İstanbul Birlik mali genel kurul çağrısı düştü e-posta kıtıma şöyle bir baktım 4 kooperatifin birlikten ihracı gündeme alınmış. Bunlardan birisi Büyükada kooperatifi ve yıkıcı faaliyette bulunmak gibi bir gerekçe ile birlikten çıkarılmak isteniyor.
Üslubu ne kadar yanlış gerekçesi ne kadar haksız olursa olsun bir kooperatif böyle bir gerekçe ile birlikten çıkarılamaz. Üstelik son 3 yıldır İlyas Torlak bundan daha ağır ifadeleri birlik ve onu oluşturan kooperatifler için kullanmış ve siz sessiz kalmışken Büyükada kooperatifini bu gerekçe ile birlikten çıkaramazsınız. Ali Kuşçu üslup ve yöntem konusunda hatalı da olsa temel eleştirisinde haklıdır.  ( ki, hatalı da olsa sizin muhatabınız yönetim kurulu değil Genel Kurullardır ) Benim yukarıda anlattığım doğrultuda eleştirmektedir birliği. Tepkileri duygusal itirazı şiddetli olabilir ama bu Ali Kuşçu ile Birlik Yönetimi arasındaki bir meseledir. Üstelik böyle bir karar alınsa bile itiraz halinde yürürlüğe girmez ve birlik hazirun olarak saygınlık kaybına uğrar.
Yine bu kararda bir başka komikli ise ayrılma kararı almış ve bu kararı genel kuruluna götüren bir kooperatifi ihraç kararıdır. Yapmanız gereken sen ayrılamazsın ancak ben atarım demek yerine Büyükada kooperatifine gidip bu kararından vaz geçirmek için girişimde bulunmaktır.
Ben Büyükada kooperatifinin Birlik ’ten çıkma kararının da yanlış olduğunu söylüyorum. Asıl olan kişiler değil kurumlardır. Asıl olan gitmek ayrılmak değil kalmak ve mücadele etmektik.
Asıl olan Geleneksel Küçük Balıkçının korunması ve bunun yegâne yolu olan sürdürülebilir balıkçılık için mücadele etmektir.


Dostça, paydaşça ve kardeşçe selamlarımla

5 Nisan 2016 Salı

Kuklacılar, kuklalar ve yeni tebliğ senaryolarında SURKOOP


Prensip olarak her eleştirinin işe yarayacağına inanan birisiyim. Haksız ve hatalı eleştiriler bile benim için bu kapsamdadır. Yalnız, gerek ülkemizde gerekse camiamızda yapılan bir hata daha doğrusu yanlış bir algı vardır ki o da karalama ile eleştirinin sıklıkla aynı kapsamda algılanmasıdır. Her kurum, her kişi ve her karar ya da faaliyet eleştirilebilir. Aynı amaç ve ortak değerler için birlikte olan insanların arasında eleştiri de özeleştiri de sıradan bir olaydır. Yeter ki eleştiri de eleştiren de sahici olsun. Yani gerçekten eleştirdiği konuyla alakası olsun ve eleştirdiği konu hakkında geçmişe dair bir duruşu olsun. Eğer bu kıstasa sahip değilse kişisel nedenlerle ( örneğin kendisine karşı yapılan bir davranış ) pozisyonunu savunmak veyahut karşısındakinin pozisyonunu zayıflatmak için  başka bir alandan üstelik mesnetsiz bir şekilde itham ediyorsa bu bir eleştiri değil suçlamadır ve daha da ötesi içeriğine göre karalamaya kadar gider.
Bu yazıyı yazmamın sebebi Foça Su Ürünleri kooperatifinden bir arkadaşımız olan ve aynı zamanda gazetecilik yapan Hasan Eser’in Ege bölgesi yerel gazetelerinde çıkan bir yazısıdır. Hasan ESER gerek sürdürülebilir balıkçılık konusunda gerekse küçük ölçekli balıkçılığın korunması konusunda bizimle aynı saflarda duran ama son yıllarda bu alanda daha az yazan bir arkadaşımızdır. Açıkçası ben daha az yazmasını yaşanılan bazı olaylar nedeni ile gönül kırıklıklarına ve bir cins duygusal kopuşa bağlıyordum. Yazmamak pasif bir tutumdur keza konuşmamakta öyle ama eğer yazmaya veya konuşmaya devam ederseniz ve (velev ki haklı ) ajandanızda biriktirdiğiniz eleştirilerinizi zamanlaması manidar bir takvim ile konuşmaya başlarsanız aktif duruma geçersiniz ve söylediklerinize cevap hakkı doğar.

Hasan ESER veya başka arkadaşlar konunun seninle alakası ne SÜRKOP ve Ramazan ÖZKAYA’yı ilgilendiriyor diyebilirler. Elbet bir kurum ve bir şahıs ismi söz konusu olan ama sadece bununla sınırlı değil. Bizimde gerek dernek olarak gerekse de şahıs olarak bir parçası olduğumuz bir mücadelenin kritik bir aşamasında baştan aşağı sübjektif, katıldığı onca toplantıda dile getirilmemiş ve en önemlisi mücadelenin kritik bir aşamasında yapılmış bu suçlamalara şahsen benim cevap hakkım vardır ve sonuna kadar kullanacağım. Söylediklerime verilecek her cevabı da saygıyla karşılayacağımı şimdiden kabul edeceğimi beyan ederim. Yeter ki edep sınırları içinde kalması yeterlidir.

Hasan ESER’in
BALIKÇILIK SEKTÖRÜ NASIL KURTULUR?  -1-“ başlıklı yazısını defalarca okudum. Yanlış mı anlıyorum gerçekten samimi ve sahici bir şeyler söylüyor da ben mi göremiyorum diye. Hayır bunca uzun bir yazıda anlatmaya çalıştığı 3-5 satıra sığabilecek suçlamalardan ibaret. Okumayanlar yazının linkini de kopyasını da ekte görebilirler.

Hasar ESER sözkonusu yazısında;
“Balıkçılık sektörünü kurtarmak adına, yıllardır Sür-Koop’un öncülüğünde toplantı üzerine toplantılar yapılıyor.

Peki ya sonuç? Ne yazık ki negatif..!”
Diyerek başladığı suçlamaların birinci bölümünde kooperatifleri;
Sahici olmamak
Samimi olmamak
Kiralanan barınak gelirleri üzerinden suiistimal yapmak ile başlamış.
Yazısının ikinci bölümünde ise yazının temel amacı olduğu anlaşılan SURKOOP ve Ramazan ÖZKAYA’yı  hedef almış.
Yazının temel iddiasını Ve Ankara’da lüks odasında oturan, altında son model makam arabasıyla gezen ve aldığı dolgun maaşla adeta saltanat süren, üzerine bir de yıllardır bize güzel güzel masallar anlatan,  ikbal uğruna Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nı ya da Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü’nü karşısına alamayan,  yani masaya yumruğunu vuramayan bir Genel Başkanı var bu camianın…

Evet, doğru okudunuz. Aynen şunu diyorum; sektörün en tepesinde bulunan Türkiye Su Ürünleri Kooperatifleri Merkez Birliği Genel Başkanı Ramazan Özkaya da, işgal ettiği koltukta; 'tavşana kaç, tazıya tut' politikasını izliyor.
İfadesinde buluyoruz.
Satır satır polemik yapmak pek doğru değil ama bazı yanlışları düzeltmekte fayda var. SURKOOP idari binası lüks bir bina değildir keza ofis ortamı ve eşyaları da öyle. Gerekirse ofisin fotoğraflarını paylaşabilirim. SURKOOP asgari çalışma standartları ile donatılmış hala bir çok eksiği olan ama günümüz şartlarında ihtiyaca cevap veren bir ofistir. Öyle yazıda iddia edildiği gibi lüks bir ortam yoktur. Evet temiz ve düzenlidir birisi Su Ürünleri Mühendisi olmak üzere iki çalışanı vardır ama kesinlikle lüks değildir. Belli ki Hasan ESER temiz ve düzenli oluşunu lüks olarak tanımlamış ama ben değil SURKOOP’un bütün kooperatif ve bölge birliklerinde aynı standartların sağlanmasından yanayım.
Araç mevzuuna gelince; hemen hemen her gün en az bir kamu kurumunun ziyaret edildiği ANKARA GİBİ BİR ŞEHİRDE ARAÇ SAHİBİ OLMAK LÜKS DEĞİL TASARRUFTUR. Sadece genel müdürlüğe gitmenin aylık taksi maliyeti ayda yaklaşık 500 tl gibi bir rakama denk gelir ki buna diğer kurumlara gidişleri de eklerseniz araç alınarak yapılan tasarr5ufun ne kadar ciddi bir tasarruf olduğunu anlarsınız. Yine yazıdan aracın şahsi kullanıldığı gibi bir anlam çıkmaktadır ki zinhar yanlıştır. Kooparatif ve birliklerden Ankara’ya gelenler kamu kurumlarında ki işlerini çoğunlukla bu aracın kullanımı ile halletmektedirler.  Araç Ramazan ÖZKAYA’ya ait değildir araç SÜRKOOP bağlı birliklerinin tasarrufu altındadır ve Genel Kurulun onayı ile alınmıştır.
Maaş konusunda söyleyeceğim kısa ve nettir. Bütün profesyonel kadrolarımıza ücret ödemeliyiz ve en küçük suiistimale izin vermemeliyiz.
Hasan ESER söz konusu yazıda 5 yıldızlı otellerde yapılan toplantılardan alaycı bir dille bahsediyor. Oysa bu toplantıların birçoğunda birlikteydik ve bu konuda bir eleştirisini duymadım arkadaşımızın. Ben konunun bu kısımlarında çok laf etmek istemiyorum. İnanıyorum ki Hasan ESER gün gelecek bu söylediklerinden pişmanlık duyacak ve utanacak.

Yazısında cevaplanması ve açığa çıkarılması gereken tek yer bence SURKOOP ve Ramazan ÖZKAYA’nın sürdürülebilir balıkçılık mücadelesinde “tavşana kaç tazıya tut” iddiasıdır.
Arkadaşlar SURKOOP av araçları ve metotlarına göre bölünmüş sektörün tüm unsurlarının temsilcisidir. Ne yazık ki küçük ve büyük balıkçının aynı kooperatif çatısı altında örgütlendiği ülkemizde kaçınılmaz olarak örgütlenmede çarpıklıklar ortaya çıkmış ve buda doğal olarak tüm balıkçı örgütlerine yansımıştır. Bu konu kişisel sınırlar içinde tartışılması mümkün değildir. Bu sorun yapısal ve kroniktir.
Zaten yazının ana muhtevası da topyekûn balıkçı örgütlerine öfke ve kişisel olarak da Ramazan ÖZKAYA’ya karşı suçlama amaçlı olduğuna göre Hasan ESER’in bu kronik yapısal sorunu tartışmayı gündeme getirmeyi amaçlamadığı anlaşılmaktadır.
Ben kör topal yürüyen Türkiye Sürdürülebilir Balıkçılık Mücadelesinin sürecini hatırlatarak ve b süreçte kişisel olarak Ramazan Özkaya’nın duruşuna dikkat çekerek devam edeceğim.

Arkadaşlar eğri oturup doğru konuşalım diye söylenen bir halk deyişi vardır. Biz de öyle yapalım. Eğri oturup doğru konuşalım ve son 7 yılı şöyle bir hatırlayalım.
Son 7 yıldır balıkçılık konusunda çatışma dinamiği oluşturan meseleler sırasıyla şöyledir;
·         Her sezon çeşitli bahanelerle Gırgır av sezonunun uzatılmasının engellenmesi
·         Lüfer balığında ki avlanma boyunun yükseltilmesi
·         Gırgır avlanma derinliğinin yükseltilmesi
·         Gırgır avcılığına kapalı alanların ilan edilmesi

Bu saydığım konular var olan ve aynı zamanda sürmekte olan çatışmanın temel dinamikleridir. Gerek SURKOOP yönetim kurulunun gerekse de Ramazan ÖZKAYA’nın bu meseleler de durduğu yer nettir. Söylediğimin doğruluğundan şüphe (bu işin içinde olup bilmemenin tuhaflığına değinmiyorum bile ) en yakınında ki Gırgır avcısına giderek düşüncelerini sorabilir. Eğer Ramazan ÖKAYA bu konularda balıkçı içinde başka konuşup Genel Müdürlüğe gittiğinde başka konuşuyor ve sürdürülebilir balıkçılık karşıtı taleplere sahip çıkıyorsa bu konuda ortaya bilgi belge koymak zorundadırlar. Bu bilgi ve belgelerin açıklanması durumunda pozisyonumu değiştirmeyi de Hasan ESER’den özür dilemeyi şimdiden ve gönül rahatlığı ile taaddüt ediyorum. Benim açımdan bir sorun olmaz ve hatta bir hatadan dönmemi sağladığı için de müteşekkir kalırım.

Yazıyı okuduğumda ne çok şey var söylenecek diye düşündüm ama yazmaya başladığımda dilimi de elimi kısıtladım. Baştan aşağı kişisel baştan aşağı hiçbir kanıta dayanmayan baştan aşağı art niyetli bu yazı nasıl oldu da Hasan ESER’in kaleminden çıktı diye düşündüm.
Elbette söylenecek daha çok şey var ama Hasan ESER’e bir fırsat tanımak belki de içinde bulunduğumuz süreci bilmediğini hatta belki de manüple edilerek bu yazıyı kaleme aldığını var sayarak bu yazının zamanlamasının ne kadar manidar olduğunu anlatmak istiyorum.
Anlatayım;
Bildiğiniz gibi içinde bulunduğumuz dönem 4 sayılı Tebliğin hazırlanarak önümüzdeki 4 ılı belirleyecek olan 4 sayılı tebliğ dönemidir. Son birkaç aydır başta İstanbul merkezli Gırgır avcılrı arasında dolaşan ve kaçınılmaz olarak etrafa yayılan bir söylenti var. Tebliğin değiştirilmesi ve eski mutlu günlere dönülmesi hayalleri ile yaşayan ve bu hayalleri de kendi tabanlarına pompalayan bu çevreler hayallerin önündeki en büyük engel (birkaç ismi saymazsak ) olarak SURKOP yönetimi ve Ramazan Özkaya’yı görmekteler. Eğer bu sorunu (SÜRKOOP) çözerlerse her şeyi bağlamışlar 18+18 hayallerine kavuşaklar ve Adalarda ki yasağı kaldırtacaklarmış. İşin siyasi ayağınıda bazı birlikleri de ayarlamışlarmış. Aklınızı seveyim mi desem aklınıza şaşayım mı desem bilmiyorum.
Bildiğim tek şet daha doğrusu beni ilgilendiren tek şey bunların aklına uyarak bu kukla tiyatrosunda rol kapan birlik başkanı olup olmadığı.
Eğer varsa vay onun haline …
Bu kukla tiyatrosunda oynan oyunun senaryosunu yazanlar kuklaların iplerinden tutarak; Derinlik 18 metre olsun, Lüfer’in avlanma boyu 18 cm olsun Adalar bölgesinde ki Gırgıra kapalı alanda açılsın diyeceklermiş/dedirteceklermiş. İyi de nasıl olacak bu iş. SURKOOP görüşünden nasıl dönecek bu taleplere ikna olsalar zaten kendi önerilerine yazarlardı. Bir tek yol bir tek yöntem var herkesin bildiği gibi. Kimilerine SURKOOP başkanlığı teklif ederek Ramazan ÖZKAYA’yı da orada duramazsın diyerek kuşatmak. Baskı altına almak ve Gırgırcıların taleplerini bakanlığa SURKOOP üzerinden taşımak.

Son günlerde sağır sultanın bile duyduğu bildiği bu oyunları Hasan ESER bilmeden bu yazıyı yazdıysa hem camianın tanınmış bir aktörü hem de bir gazeteci olarak ehliyetinden de liyakatinden da şüphe etmeye başlarım. Eğer bilerek yazıyorsa bu oyunun bir parçası olduğunu düşünürüm ki işte benim açımdan acı olan budur.
Ben Hasan ESER’e küçük bir tüyo vereyim. Sosyal medyaya şöyle bir baksın. Yazdıklarına sahip çıkanlar kim? Neler diyorlar? Aralarında hiç küçük balıkçı var mı? Sahip çıkanlar bu güne kadar hiç Hasan ESER ile yan yana durmuşlar mı? Ve yine orada sorulan kocaman bir soru ortada duruyor. Bunca zamandır beraberdiniz de şimdi ne oldu? Sadece bakması ne yaptığını anlaması için yeterlidir.

Bu iki şıktan hangisinin gerçek sebep olduğunu ilerleyen günlerde görür anlarız. Eğer ikinci şık geçerliyse yapacak bir şey yok ama birinci şık geçerliyse Hasan ESER birilerine bilmeden alet olduysa kendisinin yapması gerekenler olacak. Her iki şıkta da bizim yapacağımız bir şey yok.

Biz Derinlik yasaklarında, boy yasaklarında ve Gırgıra kapalı alanlarda “yetmez ama evet” demeye devam edeceğiz.

Son olarak,
Hasan yazısının devamı olacağı anlamına gelen 1 rakamını eklemiş. Bu yazısında hiçbir çözüm önerisi olmadığına göre muhtemelen ikinci yazısında çözüm önerilerini yazacağını düşünüyorum.

Eğer yanılmıyorsam bu minvalde olacaksa ikinci yazısı o zaman verimli ve keyifli bir tarışma yapabiliriz. 

Yok kargaların kılavuzluğunda devam edecekse tartışmaya bile değmez …

20 Mart 2016 Pazar

İstanbul Birlik ve Bağlı Kooperatiflerine açık çağrı !


Zor günler yaşıyoruz, şiddetin egemen olduğu ülkemizde son günlerde etrafa yayılan bomba kokularına balıkçılıktan daha doğrusu “sürdürülebilir balıkçılık ve küçük ölçekli balıkçılığın korunması mücadelesinden” gelen pis kokular karışıyor. Son zamanlar ortalıkta dolaşan İstanbul Birlik mahreçli 18 artı 18 söylentisinin doğruluğunu öğrendiğimizde belli ki “yorgunluk ve kafa karışıklığı var” diye değerlendirmiş haberler üzerine değerlendirme yapmayı da işin aslını astarını öğrendikten sonraya bırakmıştık. Konuyu bilmeyenler için söyleyeyim 18 formülü derinlikte 18 metre Lüfer avlanma boyunda ise asgari boy olarak 18 santimi ifade ediyor.

İçerisinde 8-10 gırgır avcısı bulunan İstanbul Birlik Çatalca’da kooperatif temsilcileri ( 30 koop ) yaptığı toplantı sonrasında Lüfer’in avlanma boyunun 18 santim arızi boy oranının da %5 olmasının yanı sıra Gırgır avcılığında derinlik sınırının 18 metre olmasına karar vermiş tebliğ önerisini de bu yönde tanzim ederek genel müdürlüğe yollamış.

Olayı ilk duyduğumuzda bu kararın nasıl alındığı konusunda ki ilk girişimlere verilen cevaplar kooperatiflerin ortak kararı olduğu ve demokratik bir şekilde gerçekleştiği doğrultusundaydı. Israrlı çabalarımız sonucunda kooperatiflerin ve ortaklarının yaklaşık 1/3 üne ulaştık ve bu karardan haberlerinin olmadığını öğrendik. Çatalca’daki toplantıya katılanlar ise bu konuda bir oylama yapılmadığını sadece “bu öneriye itirazı olan var mı sorusunun sorulduğunu 2 kişi dışında kimse itiraz etmeyince 18+18 formülünün tebliğ önerisine dönüşerek metne girdiği anlatıldı.

Son 7 yıldır yükselen mücadelede sancak taşıyan bir birlik nasıl oldu da ( kimse kusura bakmasın ) nereyse ihanet çizgisinde ki bu karara imza attı? Birlik yönetimi bu kadar önemli bir kararda oylama yapmak yerine “itiraz eden var mı “ diyerek ( yönetim kendi fikrini örterek ) bu ihanetin sorumluluğunu toplantıya gelen kooperatif temsilcilerinin sırtına yıktı? Bu soruların cevapları yakın zamanda tüm netliği ile ortaya çıkacaktır. Bu güne kadar hiçbir gerçek gizli kalmadı ve biliyoruz ki hakikatler ısrarcıdır. Ben şimdiden  (en azından kendi adıma) sıkı sıkıya yapıştığım hakikatin yakasına yapışmaya devam edeceğim. Şimdiden iddia ediyorum ki “Danışma Kurulu toplantısına kadar hakikati bütün çıplaklığı ile “ ortaya koyacağım.

Gelelim bu yazının amacına;

Bu yazının amacı ne Birliği nede Birlik Yönetim Kurulunu yıpratmak değil yapılan bir hatadan zaman varken dönmek için bir zemin bir fırsat yaratmaktır. Bu Birliği var eden unsurlarla bizim yol birliği ve amaç birliğimiz vardır. Daha da ötesi bu birliğin balıkçıları ile kader birliğimiz vardır. Bize düşen yaklaşmakta olan felaketi İstanbul’un küçük balıkçıları ile paylaşmak çok kısa bir zaman sonra kopacak kıyameti yol yakınken ve vakit varken durdurmak için gerekeni yapmaktır. Bize düşen Genel Müdürlüğe sunulan bu tebliğ önerisini bütün İstanbul balıkçısı tarafından bilinir hale getirmek ve mücadele ile elde edilen Birlik itibarını küçük balıkçının sürdürülebilir bir gelecek hayalini korumaktır.

Şu ana kadar (birisi birlik yöneticisi olmak üzere) konuştuğum bütün arkadaşlara iki soru sordum;

1-      Birliği oluşturan kooperatiflerin ortakları arasında oylama ya da anket yapsak 18+128 formülü kabul görür mü?
2-      Siz danışma kurulu toplantısında  bu önerileri savunabilir misiniz ?

Birinci soruya verilen cevap birlik tabanından böyle bir kararın çıkmasının mümkün olmadığı idi.
İkinci sorunun cevabına gelince; Benim görüştüğüm arkadaşların neredeyse hepsi danışma kuruluna katılmaları durumunda bu öneriye kaşı çıkacaklarını beyan ettiler. Peki, Birlik Yönetimi oylama bile yapmadığı ve kendi eğilimini belli etmediği ( acaba bir taktik mi idi demekten alamıyorum kendimi ) bir toplantıya katılanlara mı yıkacak sorumluluğu?

Birlik yönetimi biz kararı temsilcilere bıraktık diyerek bu rezaletten kendisini kurtaramaz. Siz toplantıya katılan ortaklarınıza neden itiraz etmediniz diyebilirsiniz ama aynı soruyu bizim de size soracağımızı unutmayın. Siz ortaklarınıza neden itiraz etmediniz diyeceğiz size. Neden 18+18 formülünün 2 yıldır İstanbul gırgırcıları tarafından pompalandığını anlatmadınız diyeceğiz. Üstelik bunları internet sitelerinde ve sosyal medyada sormakla yetinmeyecek danışma kurulunda tüm ülke balıkçılarının önünde sormak zorunda kalacağız.

Orada da ortaklarımız böyle istedi diyebilecekmisiniz. Ortaklarınız orada “hayır biz istemedik” derlerse  ( ki diyecekler ) ne yapacaksınız …

Arkadaşlar; bu yolun sonu yok bu sokak çıkmaz sokak. Cümle alem bilir ki küçük balıkçı bu kararı onaylamaz ve sonuçları ağır olur. Büyük emekler verilerek bu günlere getirilen birlik sonu belirsiz bir sürece girmiş olur.

Bir arkadaşınız, yıllardır mücadele eden bir paydaşınız olarak söylüyorum. Danışma kuruluna verdiğiniz önerileri resmi olarak geri çekiniz. Böyle bir tebliğ önerisi vermektense hiç vermemek yeğdir. En azından 3/1 sayılı tebliğ savunuyor oluruz ki bu bile 18+18 formülünden iyidir.

Balığın pulu denizin tuzu balıkçının teri aşkına

Allah aşkına bir daha düşünün ve İstanbul Birliği bağıra bağıra gelmekte olan felaketten kurtarın

Çatalca’da balıkçıdan habersiz hazırlanan tebliğ önerinizi geri çekin


Sevgiyle selamla dostlukla

4 Haziran 2015 Perşembe

Durduğun yeri bilmek



Doğa bilimcilerinin söylemlerinin doğa kanunları ile birebir örtüşmesi tek seçenekleridir. Zaten bilim, herhangi bir biçimde düzenlenmiş doğru bilgiler bütünü değil midir? Bilimci ise gerçekleri ve doğruları ortaya koyan, gerçek ve doğrulardan sapmayan ve taviz vermeyen kişilikte olması gerekmez mi? Bilimci, olgu ve olayları bilimsel düzlemde inceleyip analiz eden, değerlendiren kişi olarak tanımlanmaz mı? Bilimcinin mantıklı olması, kendisini her türlü çelişkiden uzak tutması ve kendi içerisinde de tutarlı olması gerekmez mi? 

Bu yüzeysel tanımlamayla bile örtüşmeyen kişiler hangi ekolden gelirlerse gelsinler veya hangi akademik kuruluşun mensubu olurlarsa olsunlar konularının bilimcisi olarak yorumlanamazlar. Daha açık bir ifade ile bir akademisyen bilimci tanımlaması için öngörülen hasletlerin herhangi birinden yoksun ise zaten bilimci olarak tanımlanamaz. Çünkü bilimci doğruyu arayan, evrensel düşünen ve doğaya karşı mutlak sorumluluğu olan kişidir. Öz olarak bilimci, bilimsel sonuçlarını çıkarsız olarak insanlığa sunan kişidir. Etik olan budur.


Bu nedenle mesleki etik veya sektörel etik hiç bir şekilde meslektaşını veya sektörünü korumak için değildir. Etik bir zümrenin değil sadece ve sadece toplumun yani insanlığın menfaatlerini korumak için vardır. Bu menfaatlerin temelinde yatan ana etmen ise doğanın insanlık yararına korunarak sürdürülebilirliğidir. Burada esas olan doğadır. Dikkate alınması gereken ana olgu ise doğa kanunlarının ta kendisidir. Fizik başta olmak üzere, maddeyi inceleyen kimya, canlıyı inceleyen biyoloji, gök cisimlerini inceleyen astronomi ve yerbilim doğa bilimlerinin alt dallarıdır. Bu nedenle doğa bilimlerinin bir alt dalı olan biyolojinin üyesi olan biyolojik bilimciler (örneğin; hidrobiyologlar, balıkçılık biyologları, veteriner hekimler, ziraat mühendisleri, su ürünleri mühendisleri) bu hususu özellikle göz ardı edemezler. Aksine bir durumda bilimci olma özelliği zaten yitirilmiş demektir.


Balıkçılığın ilgi alanına giren yani hidrobiyoloji, balık bilimi, balıkçılık biyolojisi, deniz biyolojisi v.b. konularında gerek resmi kurum ve gerekse akademik kuruluşların bünyesinde görevli olan bireylerin özellikle doğanın işlevselliğini dikkate almaları ve bu düzene uygulamalarda ters düşmemeleri esas olmaktadır. Biyolojik bilimcinin asli görevi tüm insanlığın yararına olacak şekilde doğanın korunarak sürdürülebilmesine katkı sağlamaktır. Canlı doğanın kaynak yönetimi açısından yozlaştırılmasının önünü kesmektir. 


Biyolojik bilimciler sorumluluk alanlarına giren konularında canlı doğanın işlevselliğine ve onun sürürülebilirliğine ters düşemezler ve ters düşmemeleri de gerekir. Biyolojik bilimciler için öncelik daima doğadadır. 
Duracağın yeri bilmek Nezih Bilecik

Son birkaç yıldır bilim camiasından anlamaya çalıştığımız ama bir türlü de anlamlandırmayı başaramadığımız görüşler yada söylemler düşüyor medyaya. Deniz, balık, balıkçılık ve benzer konuların dışındakileri fark etmiyoruz ama hayatımızın, faaliyetimizin ve mücadelemizin ana eksenini ilgilendiren bu söylemlerden ciddi ölçülerde etkileniyoruz. Yukarıda alıntıladığım bölüm Nezih hocanın son makalesinden. İzin almadan yazımın içine aktardığım bu bölümde ki birkaç satırı bold (kalın karakter ) yaptım. Umarım hocamı kızdırmam ve beni mazur görür. Amacım her nekadar bir bilimci ile polemik yapmak olmasa da bu yazının sebebi olan Cemal Saydam hocamızın söylediği bazı sözlere cevap vermek için tutunacağım yegane dal yine bilim ve bilimcidir.

“DENİZ bilimci Prof. Dr. Cemal Saydam Marmara Denizi’nde ilk 25 metrede hayat bulunduğuna dikkat çekerek “Daha sonrasında oksijen de yok hayatta yok. Siz kıyıları doldurarak bu hayatı yok ediyor ekolojik dengeyi alt üst ediyorsunuz. Tek iç deniziniz burası. Karadeniz ve Akdeniz gibi değil. Özel bir deniz. Doldurduğunuzda denizdeki sirkülasyona ne tür etkiler ettiğinizi incelediniz mi? Miting alanı denizi doldur, yol ihtiyacı denizi doldur, inşaat alanı denizi doldur, Marmara’yı kapatmak mı niyetleri. Uzun vade planları olmadığı gibi bu tür durumlarda da bilimsel bir araştırma yapmıyorlar. Ataköy sahil Tekirdağ’a kadar balık üreme alanıdır. İlk 25 metre derinlikten sonra hayat yok zaten. Bunun adı denizi hoyratça kullanmaktır” diye uyardı.”
Cemal SAYDAM Hürriyet

Konu Ataköy’de yapılacak olan dolgu üzerine Cemal Saydam hocanın Marmara’ya ilişkin söyledikleri ve bu söylediklerinin sonucunda kendi itibarına ve bizlerin verdiği mücadeleye yaptığı olumsuz etkidir. Leven Artüz tarafından sistematiğe bağlanmış olan Marmara’da yaşam bitti söylemine Cemal Saydam hoca da katılmış gözüküyor. Levent Artüz 5 metreden sonra hayat yok derken Cemal hoca 25 metreden sonra yok diyor. Gerçeklikle uzaktan yakından alakası olmayan bu söylemdeki ortak yanları nedir bunu bilemiyorum. Neden bı kadar büyük risk alarak gerçek olmayan bu cümleleri uluorta ediyorlar bunu da bilemiyorum. Bildiğim tek şey Marmara’da canlı yaşamının devam ettiği ama aşırı avcılık, yasa dışı avcılık, plansız ve düzensiz avcılık nedeni ile stokların bazı türlerde önemini yitirdiği bazı türlerde ise yitirmek üzere olduğudur.

Bunları neden söyledikleri üzerine spekülasyon yapmak yerine söylediklerinin ne kadar yanlış olduğunu anlatmaya çalışacağım. Bunu da “denie çıkan” her kesin bildiği sıradan örneklerle yapacağım.

Armutlu Bozburun hatının doğusu;

Bu bölge dip balıkları açısından hala en zengin bölgelerimizden birisidir. Bölgenin tamamında 50 metreden daha derin sularda Pembe Karides, Bakalyaro, Kocagöz İstavrit, Dülger, Patlakgöz Mercan, Camgöz, 6 yarıklı Camgöz, Domuz balığı, Lipsoz, Fener, Yabani Kalamar ( bilimsel adını bilmiyorum biz Bülbülya diyoruz ) Kalamar senenin tümünde yaşamaktadır.
Yüzey sularının soğuyup balıkların termoklin tabakasının altına indiği kış aylarında ise;
Bu listeye ilave olarak, Tekir, Sinarit, Çipura, İstavrit, Lüfer, Kırlangıç, Dil, Pisi, kıi aylarında avlanmaktadır. Örneğin Gırgır avcılığı yapan motorlar yasal ağ derinliklerini ihlal ederek 100-130 kulaç arası ağlarla kışın dibe yapışık halde yaşayan İstavrit balığının avcılığı yapmakta ve çok şikayetlere sebep olmaktadırlar. Yine İstanbul Adaları eteklerine dayanan Akdeniz suyunda tüm kış boyunca uzatma ağları ile Lüfer ve Sarı Kanat avcılığı yapılmaktadır. Ambarlıdan çıkıp ada arkasından geçerek Pendik’e inen boru hattının bulunduğu 80-100 metre arasında ki güzergah tüm kış boyuca gerek tür gerekse miktar olarak zengin bir yaşama sahiptir. Okuyucunun bir çok türü atladığımı düşündüğünü tahmin etmek zor değil. Ben en yaygın olan ve hemen hemen herkesin bildiği türlere değindim.

İstanbul Boğazından Tekirdağ’a kadar olan saha;

Yukarıda saydığım türler birkaç eksiği ile burada da varlığını ve yaşamını sürdürmekte yine tüm kış boyunca av vermektedirler. Aynen Kuzey Doğu Marmara’da olduğu gibi, derinleştirilmiş ağlarla yılbaşından sonra 40-60 kulaç derinliklerde İstavrit avcılığı devam etmektedir. Yine Algarna ile Karides avcılığına açık olan bu sahada ciddi sayılabilecek miktarlarda hedef dışı av yapılmaktadır.

Gerek Leven Artüz’ün gerekse de Cemal hocanın Marmara’nın derin sularında hayat yok iddiası içi boş bir söylemden başka bir şey değildir. Cemal hoca herkesten iyi  bilir ki Marmara’da hayatın bitmesi için önce Akdeniz ve Karadeniz’de ki hayatın su kalitesi nedeni ile bitmesi gerekir. Marmara denizi alttan Akdeniz suları ile beslenen yüzeyden ise Karadeniz’den çok büyük miktarda su girişi olan bir denizdir.  Akdeniz ve Karadeniz yaşadığı sürece Marmara yaşamaya devam edecektir. Marmara’da ki türlerin stoklarının ekonomik büyüklüğünün yitirilmesinin sebebi aşırı ve düzensiz avcılıktır ve adı bilimci olan birinin dikkatleri başka (içi boş ) alanlara çekmeye hakkı yoktur.

Dolgu meselesine gelince. Şüphesiz aklı başında hiç kimse acil ihtiyaçlar dışında deniz dolgusunu savunmaz savunamaz. Aynen Cemal hoca gibi bende bu dolguya karşıyım fakat zaten daha önceden doldurularak kıyısı kumsalı yok edilmiş bu bölgelerin rant merkezli eleştirilerine bilimin alet edilmesine karşıyım.

Nezih hocayla başladık Nezih hocayla bitirelim.

Nezih hoca Duracağın yeri bilmek başlığını atmıştı yazısına. Ben de “Durduğun yeri bilmek” diye bitireyim.
Bilimin mi yanında mısınız yoksa siyasi polemiklerin mi?
Sürdürülebilir balıkçılık mücadelesinin mi yanında mısınız yoksa plansız ve aşırı avcılık için en geniş özgürlüğü talep edenlerin mi.

Bu söyledikleriniz en çok onların işine yarar.
Bizim değil.