24 Ekim 2013 Perşembe

BİLİM AHLAKI


Albert Bayer
Say Kitap Pazarlama, 1982

Bilim ve Ahlak
Kimileri “Bilim ahlaka aykırıdır, insana kötülük eder” diyor. Onlara göre, bilim öldürme
güçlerimizi çoğaltmakta, insanı makineye köle etmekte, kinin budalalığın eline tehlikeli
silahlar vermekte; insanların iyiliğine çalışır göründüğü zaman bile, lüksü, açgözlülüğü,
doymazlığı daha da azdırmaktadır. Onu sıkı bir düzen altına alalım.
Kimileri de daha yumuşak davranıyorlar. Bilimi suçlamıyorlar, seviyorlar onu; bilimden,
sağlık işleri için bir takım teknik bilgiler, ya da ekonomik düzen için birtakım ustalıklar
istiyorlar. Ama bilimin bir kural koymasına, bir ülkü sunmasına gelemiyorlar. Onlarca, bilim
özü gereği sadece görür, yargılamaz: Ahlaka aykırı değil, sadece ahlak dışıdır.
İki düşünce de aynı ölçüde bilime zararlıdır. Ahlak, pratik birtakım öğütler yığını değil, bir
ülkünün dile gelişidir.

Bilim Ahlaka Aykırı mıdır?
Ortaya atılan ilk karşı düşünce şu: Bilim ahlaka aykırıdır. 1914 – 1918 yılları arasında on beş
milyon insan savaşta can verdi. Bu ölüm işi için kim silahlandırdı ulusları? Bilim.
Tagore’ya göre: “Bilim üzerine kurulan yaşayış kimi insanların hoşuna gider. Çünkü onda
sporun bütün özellikleri vardır. Ciddi görünmeye çalışır ama derinliği yoktur, insanın yüce
yanını hesaba hiç katmaz”. Einstein ise: “Bilim bugüne dek köleler yaratmaktan başka bir işe
yaramadı; savaş zamanında bizi zehirlemeye, paramparça etmeye yarıyor; barış zamanında da
yaşamımızı kararsız hale sokuyor. Bilimler, insanları kafa işlerine adayıp büyük ölçüde
kölelikten kurtaracak yerde, onları makinenin kölesi yapmıştır. İşçilerin büyük bölüğü uzun
ve sıkıcı günlerini tiksinti içinde geçirirler, ama bu bile o zavallı ücretleri için titremekten
alıkoyamıyor onları”. Einstein, bilimler için “Bir bela” diyecek kadar ileri gidiyordu. Pascal
ise: “Bilimler insanın harcı değildir ve insan onları bilmekle, bilmemekten daha çok yitirir
insanlığını” demektedir.
İnsanı yanıltan, bilimin kendisi ile pratik uygulamalarının birbirine karıştırılmasıdır.
Sokaktaki adam için bilim, bilgin ile teknik adamın birbirinden ayrılmaz işidir. Bilim
teknikten apayrı bir şeydir: Yalnız ve yalnız olayların, olaylar arasındaki ilişkilerin çıkarsız
araştırılmasıdır. Yüzlerce yıl boyunca, bilim ile teknik birbirine karışmıştır. İster fizik, ister
biyoloji, ister toplumbilim olsun, bilginin görevi deney ve aklın ortak çabası ile olaylar
dediğimiz şeyle yasalar dediğimiz şeyleri iyice belirtmektir sadece.
Pozitif araştırmanın ruhunu kavramış kimse için, bilginin yasası ile yasacının yasası apayrı
şeylerdir. İkincisi bir takım buyruklar, birincisi ise gözlemler ve yorumlardır. İkincisi olması
gerekeni, olması istenileni yapmaya, birincisi ise olanı anlamaya yönelmiş bir çabadır.
Bilgin, bir bilim adamı olarak, kendini yalnız anlama işine verir ve kurallar koyma kaygısına
düşmez. Yasa diye adlandırdığı bütün bu tasarımlar neye yönelmektedir? Onun gözünde
bunların bir tek amacı var: Bunlar bize evrenin gittikçe doğru, yani daha geniş ve daha ince
bir imgesini vermelidirler. Bilginin yaşamı bir tek sözcükte toplanır: Öğrenmek. İnsan
gereksinimlerini, isteklerini, tutkularını karşılamak için bundan faydalanmaya bakar: İşte o
zaman, teknik ya da zanaat dediğimiz şey ortaya çıkar. Pozitif araştırmanın sağladığı bilgi
başka, teknik adamlarının bu bilgiden istedikleri gibi yararlanmaları başkadır; bilgi başka şey,
onu kullanma başka şeydir. Buluşu uygulayan adam bir makine, bir araç yapar da salt bilgiden
öte bir takım amaçlara yönelirse, bilim alanından çıkar ve artık yaptığı her şeyde kişisel
sorumluluk yüklenmiş olur. Bilginin tek isteği ise, bilgiye ulaşmaktır. Bilgisini bu ahlakın
buyruğuna verebilir. Ama bu ahlak bilim ahlakı değilse, o zaman bilim, kendini yarattıktan
sonra kullananların davranışlarından sorumlu değildir. Bilim üstüne hakça bir yargıda
bulunmak isteniyorsa, bilimin kendisi, niyetleri ve görevi üstüne yargı yürütmek gerekir.

Bilim Ahlakdışı mıdır?
Bilim ahlaka aykırı değildir, kabul; ama ahlakdışıdır öyleyse; yalnız gerçeği aramaktan başka
kaygısı olmadığı için iyi ve kötü ile ilgilenmez; bu yüzden, bir ülkü aramak için bilime
başvurmak delilik olur. Ahlakçı olması gerekeni, bilgin de olanı arar. Bilmekte usta, iyiyi
kötüyü göstermekte güçsüz olan bilim, özü gereği ahlak dışıdır. Ondan bir takım yaşama
kuralları istemek, onu küçümsemek, ona ihanet etmek olur. Bilim gerçeği görür, kurallar
koymaz. Olanı söyler, olması gerekeni değil. Bilimsel geçinen bütün ahlaklar, pozitif
araştırmanın ne olduğunu bilmedikleri için bilimselliğe kalkışmışlardır. İnceleme konusu
olarak, olanı değil olması gerekeni ele aldığımız anda, bilginin hem işini, hem işinin ruhunu
küçümsüyorsunuz demektir.
Bilim bize, insan topluluklarının ahlaksal düşüncelerinin ne olduğunu, nasıl geliştiğini
söyleyebilir; ne değerde olduklarını, ya da nasıl olmaları gerektiğini söyleyemez. Lécy-
Bruhl’a göre: “Bir topluma ancak kendinde var olan ahlak verilebilir”. “İklim değiştirince
niteliğini değiştirmeyen haklı ya da haksız hiçbir şey yoktur. Kutuplardan üç derece yükselme
bütün hukuk sistemini altüst eder. Doğruluk bir boylamdan öbürüne değişir. Az bir süre içinde
temel yasalar değişir. Aynı şey Pirenelerin bu yanında doğru, öbür yanında yanlış sayılır.

Bilim Ahlakı
Bugüne dek bir ahlak bilimi kurmaya çalışılmışsa da, bu yoldaki çabalar boşuna gitmiştir.
Çünkü kurallarla ilgili olanın bilimi olamaz. Bilim ahlakı, bilim araştırmasının kendinde
bulunan ahlak ilkelerinin bütünüdür. Bunlar, bilimi doğuran, yaşatan, ona amacını gösteren,
yöntemlerini esinleyen kurallarla ilgili düşüncelerdir.
Bize bilimi veren ahlak nedir? Yalnız işten anlayanlarca az çok bilgince düzenlenmiş ilkelerin
tümüne ahlak adı veririz. Toplumsal açıdan bakan kimse için ahlak, toplumsal olaylarda
ortaya çıktığı biçimiyle, iyi ve kötü arasındaki ayırımdan başka birşey değildir. Batı
toplumlarının geçirdiği en büyük ahlak değişikliği köleliğin ortadan kaldırılmasıdır.
1. Ahlak bilimi boş kuruntudan başka birşey değildir. Yüzyıllardır boşu boşuna ardından
koşulmuştur. Bilim ahlakı ise, bir gerçektir.
2. Bilim ahlakı, insan topluluklarına sunulan bütün ahlaklara, güzellik bakımından eşittir
ya da onlardan üstündür. Bugün, hiçbirinin yapamadığı ölçüde yaşamımızı düzene
koymak ve coşkumuzu tazelemek bakımından öbür ahlaklardan daha yetkili olduğu
açıktır.

Aklın Üstünlüğü
Bilimiz gelişmesinde gelişmesinde yeri olan ilk düşünce şu: Biz insanları üstün yapan şey,
gittikçe daha çok ispatlı gerçeklere varmak için aklın yeni buluşlara atılışıdır. Gerçek bilim
çıkar gözetmez; bir sorunla karşılaşınca, bunu çözümlemekle işe yarar bir sonuç alınır mı,
alınmaz mı diye uğraşmaz. Bilimin derdi, bilinmeyen bir şeyin yerine bilineni, bir gizin yerine
bir kavrayışı koyabilmektir. Bir takım tasarımlarla yetinen ünlük yararın üstünde ruhumuza
işlemiş olan ve hiçbir işe yaramasa da, evreni kavramaya çalışan yalın merak vardır. Bilim,
anlama, yani bizim olay dediğimiz şu yapıları yükseltme ve akılla kavranılır bir düzene sokma
yolunda bir çabadır. Kendini bu işe vermiş kimselerin işbirliğini ister. Kuşkular, kaygılar
yakasını bırakmaz onun; insandan kendini vermesini ister bu çaba. Bilim adamları düşüncenin
buluşçu yanını her şeyin üstünde tutmaktadırlar. Bilim ahlakının yüce ilkesi aklın önceliğidir.
Birçok din adamı ve filozoflar bütün üstünlüğümüzün akıldan geldiği konusunda anlaşırlar.
Bu noktada, bilginlerden uzak değildirler. Yolu onlar açmıştır. Bilim araştırmayı sonsuz
olarak düşünür ve bizim üstünlüğümüzü, zaman ve uzayda hiçbir sınır tanımadığı bu
araştırma ve buluşlarda görür. Oysa dinler mutlak’a varmak kaygısında olan felsefeler aklı
kesin bir takım durumlarda durdurmak isterler.
Pascal’ın ünlü sözü şöyledir: “İnsan, doğayı o yüce ve olgun görkeminde seyre bir dalsın
hele”. Daha sonra mistik düşüncelere kapılan Pascal: “Herkesin paylaştığı yanlışlarla
yetinmemizi istiyor, çünkü hiç olmazsa bunlar bizi araştırmaktan alıkoyar”.
Eski Yunan-Latin dünyasında, aklı coşturup bilimsel gerçekleri araştırmaya zorlayan çok
güçlü bir istek vardı. Bu istek, Epikhuros okulunun evreni akıl yoluyla açıklamaya çalıştığı
günlerde etkiliydi. Sonra bu ateşli istek söndü. Roma uygarlığı, birinci yüz yılda, Fransa’yı
kapladığı zaman, bilim alanında kazanılmış ne varsa bir bir kaybetti; pozitif araştırma
alanındaki araştırmalar durdu, akıl kendi üzerine kapandı. Epikhuros okulu hem ağır basan
Hıristiyanlığın, hem de Julianos’un lanetine uğradı. Mystére’lerin (dinsel oyun) o tembel
ülküsü baskın çıktı. Sonuç: Öbür ülkü yeniden uyanıp hümanizma ile birlikte öcünü alıncaya
kadar aradan yüzyıllar geçti.
Auguste Comte, değişmeyen bir düşünce, ahlak ve politika düzeni kurma sevdasındadır. Oysa
bilim devinimdir ve dizginlenip durdurulmadığı sürece de düşman durumuna düşmektedir.
Comte’a göre: “Evreni tam olarak bilmek, elimizde olmadığı gibi, doymak bilmeyen
merakımızın dışında, bu bilginin bize getireceği önemli bir şey de yoktur”.
Victor Hugo ise şöyle yazıyor: “Bilim sonsuz devinim arar. Onu bulmuştur da. Bilim
devinimin ta kendisidir. Bilim getirdiği iyiliklerden yana durmadan değişme halindedir. Onda
her şey devinir, değişir, kabuk değiştirir. Her şey her şeyi yalanlar, her şey her şeyi yıkar, her
şey her şeyi yaratır, her şey her şeyin yerini alır. Dün doğru diye benimsenen şey, bugün
yeniden gözden geçirilir. O yüce bilim makinesi durmak dinlenmek nedir bilmez; hiçbir
zaman doymaz; en iyiye olan susuzluğu tükenmez. Mutlak’a gelince, yabancıdır ona. Bilim
insanın dört bir yanında tedirginlik içindedir”.
Bilime karşı öfke şuradan gelmektedir. Auguste Comte, değişmeyen bir düşünce, ahlak ve
politika düzeni kurma sevdasındadır. Oysa bilim devinimdir ve dizginlenip durdurulmadığı
sürece de düşman durumuna düşmektedir.
İnsan, bir şeye sahip olmanın verdiği o burjuva güvenliğinden vazgeçip, bütün tehlikesiyle
birlikte aklın o büyük serüvenini kabul ettiği ölçüde insandır. İnsanın asıl üstünlüğü, gittikçe
daha çok öğrenme yolundaki bitmez tükenmez çabasında olduğuna göre, biz insanların ilk
ödevi, herkesin bu üstünlükten yararlanmasına çalışmaktır. Kafa çalışması, maddesel
kaygılara karşı bağımsızlık ister. Bilim savaştır, düştür, serüvendir, umut ve coşkudur.
Durdurulamayandır o.

Birlik İlkesi
Bilimsel çabanın ikinci ülküsü birliktir. Bilim her zaman ve her yerde, herkesin anlaşmasını
ister. Dinler, felsefeler, bilimden çok önceleri, akılları uzlaştırmak, bir tek gerçekte
birleştirmek istemişlerdir. Reform, dini yeniden gençleştirmeyi, evrensel yapmayı
düşünmüşse de, eski Hıristiyanlığı ikiye bölmekten öteye gidememiştir. Büyük dinler
insanların vicdanlarını paylaşma yolunda yarış halindeler. Ama işin acı yanına bakın ki, birlik
kurma istekleri onları birbirlerine salıyor ve barış istekleri de savaşa dökülüyor. Bilim
uzlaştıran şeydir.
Euklides’in, Pythagoras’ın denklemleri, Archimedes’in buluşları önünde artık ne Platon’culuk
vardır, ne de Epikhuros’culuk. Kepler ve Galileo yasaları önünde ne Jansenius’lar, ne de
Cizvitler, ne Tomaso’cular, ne de Descartes’çiler, ne Spinoza’cılar vardır artık. Newton’la
Einstein’ın karşısında, ne Yaradancılar, ne dinsizler, ne Kant’çılar, ne Comte’cular, ne
idealistler, ne faydacılar vardır: herkes tam uyum içinde anlaşmaktadır. Katolik, Protestan,
Musevi, Müslüman bilginler vardır. Ama Katolik geometrisi, Protestan, Musevi, Müslüman
geometrisi diye birşey yoktur. Fransız, İngiliz, Alman, Rus fizikçiler vardır: Ama fizikte,
Fransız gerçekleri, Alman gerçekleri diye birşey yoktur.
Eski ahlaklar “Birleşin” diyordu ama ayrılıkları artırıyordu: Bilim ahlakıysa susuyor ve
birleştiriyor. Hangi yoldan? Bildiğimiz yoldan: Akla ve deneye dayanan ispatlama yolundan.
Bilgin, fizikçi ve toplumbilimci niçin ispatlama işinde bunca sıkı yasalara uyuyor? Bilgin
yalnız gerçeğe ulaşmak ve kişisel bir inanca varmak istemiyor, bu inancın paylaşılmasını, bu
gerçeğin herkes için apaçık olmasını istiyor da ondan. İnsanın insana sevgi ve saygı beslemesi
bilimsel araştırmanın ruhudur.
Kimi kez kaba güç, çıkar ve duygu da bir birlik yaratabilir. Ağızları tıkanmış vicdanlar, öç
alma saatini beklerler sessiz sessiz; bu saat de, gelir çatar er geç. Çıkar üzerine kurulan
anlaşma kimi zaman daha sağlamsa da, basit ve geçici olmaktan kurtulamaz; çünkü bir an için
bir noktaya yönelen çıkarlar, çarçabuk yön değiştirir. Duygu üzerine kurulan anlaşma daha
soyludur ama çabuk bozulabilir; çünkü duygu değişken, kimi zaman da kördür; çünkü
gerçeğin kesinliklerine kolay kolay uyamaz.
Gereği gibi ispatlanmış gerçeklerin ortakça benimsenmesinden doğan anlaşma ise, tam
tersine, sapasağlam bir temele dayanır ve artık rastlantıların, tutkuların oyuncağı olmaktan
çıkar. İnanmak istediği için değil, deney karşısında inanmamak elinden gelmediği için inanan
kimse, görüşünü değiştirmez. Eğer bilimin çağrısına uyup, başkalarını zorlayacak yerde,
inandırmaya, çelmeye, aklını yatırmaya çalışırsak, birliği güvenli bir temel üzerine oturtmuş
oluruz.

Özgürlük İlkesi
Bilim ahlakının üçüncü ilkesi düşünce özgürlüğüdür.
Büyük dinler bu özgürlüğü temelsiz sayıyor, ona saygı göstermiyorlar. IV. Yüzyılın
ortalarında, bir imparatorluk buyruğu, puta taparlığı ölümle cezalandırıyordu. Yahudi dinine
karşı aynı hoşgörüsüzdür. Son olarak, katıksız Hıristiyan olmayanlara, yani sapkınlara da
inanç özgürlüğü tanımazdır.
Batılıların dünyasında, cellâtların düşünceye saldırdıkları bir karanlık çağ başlıyor: Bu çağda,
Haçlılar, inançsızları ya da Albegios’ları öldürmekle cennete gideceklerini sanmaktadırlar.
İncil’i yorumlamada anlaşamayan Katoliklerle Reformcular savaş alanlarında birbiriyle
çarpışmaktadır.
Fransız Devrimi, İnsan Hakları’nı kamuya bildirdiği zaman, eski hoşgörüsüzlük yasalardan
atılıyorsa da Kilise dogmalara bağlı tutumunu elden bırakmıyor. Papa Pius VI, 20 Mart
1790’da, İnsan hakları Bildirgesi’nin maddelerini lanetliyor. Papa Gregorius XVI. şöyle
yazıyor: “Herkese inanç özgürlüğü tanımak ve bunu sağlama bağlamak isteyen o yanlış, o
yersiz kural, daha doğrusu o sayıklama, aldırmazlık öğretisinin zehirli kaynağından çıkıyor”.
Mutlak’ı öne sürdünüz mü, ister istemez özgürlüğü yok saymış olursunuz.
Özgür düşünce haklarını hiçe sayan, ya da sakatlayan yalnız dinler değildir. Toplumların
düzeniyle ilgili filozofça düşünceler de kendilerini zorbaca savunmuşlardır. İnsan inandırıp
kandıramadığı zaman öcünü onur kırmakta arar; yasalarda yer alan özgürlük de törelerden
kovulur. Bilimin büyük özelliği, lanetlere de, aforozlara da yabancı kalmış, özgürlüğü
davranışının yasası yapmış olmasıdır. Bilim, yaptığı tanıtlamaları kimseye zorla benimsetmez,
kendiliğinden benimsenir onlar. İnsan kafasının bunlara katılmasından daha özgürce, daha
kendiliğinden bir şey olmaz. Kendini ele vermeyen gerçek karşısında bilginler duraksar,
bocalar, birbirlerine danışırlar. Herhangi bir düşünceyi sınırlamak hiçbirinin alından geçmez.
Uyanık kafaların çarpışmasından gerçek ortaya çıkar ve umulmadık şeyler üzerinde birliğe
varılır. Araştırma dünyasında herkese tanınan özgürlük, istemeye istemeye de yarım ağızla
verilmiş bir özgürlük değil, oyunun kuralı, başarının koşuludur. Bu bağımsızlık, araştırmanın
yalnız yasası değil, ruhudur da.
Mutlakçı dinler ve felsefeler, her şeyden önce, düşüncenin kesin olarak varacağı değişmez bir
takım durumların peşindedirler. Oysa bilim yeni yeni atılışlar için durmadan dayanak
noktaları arar kendine. Özgürlük, tartışmanın yasası olarak kalıyor.
Dogmalar zorba güce karşı dayanırken; mutlakçılığın egemen olduğu yerde, ister istemez,
zorbalık da egemen olurken, bilim tertemiz kalır, ellerini kana bulamaz. Özgür araştırma,
özgür tartışma pozitif araştırmanın ruhudur. Dinin bilime karşı savaşmak için devlet gücünü
yardımına çağırdığı çok görülmüştür.
Bilim ahlakının üçüncü ilkesi, bizleri düşünce özgürlüğünü sevmeye, onu hem kendimiz, hem
de başkaları için sevmeye çağırıyor. Özgürlüğü kabul edelim, çünkü iyi bir şeydir, verimlidir,
ilerlemenin baş koşuludur. Düşüncelerin özgürce dile getirilmesi, bir takım aşırılıklara kaçılsa
bile, yine de bağıntılı gerçeğin ortaya çıkmasına yardım eder.
Bilim ahlakı, yalnız başkalarının özgürce düşünmesini, düşüncelerini özgürce dile getirmesini
değil, her anlayış çabasında yer alan o peşin ilgiyle ve saygıyla dinlenmesini de ister.
Bugünün yanılgısında yarının doğrusunu selamlar. Bilim ahlakı, politik alanda özgürlük
sözcüğünün yarattığı anlaşmazlığı ortadan kaldırmaya yardım eder. Özgürlük, düşüncenin her
çeşit baskıya karşı korunduğu yerde vardır ancak. Düşünceleri ulaştırma araçları aklın
buyruğunda değil de, paranın buyruğunda kaldıkça, özgür düşünce alışverişi bir aldatmacadan
öteye geçemez.

Gerekircilik ve Hoşgörü
Buraya kadar, sadece ergin bilimlerin, yani fizik ve biyoloji bilimlerinin gelişmesinde yeri
olan ilkelerden söz edildi. Bu bilimlerin yanına toplumbilimi de koyacak olursak, bir
dördüncü ilke ortaya çıkar: Hoşgörü.
Eskiden, astrolog her gezegende, ya da yıldızda Tanrının yüksek istemini görmekteydi.
Toplumbilim de insanların davranışlarını, insan teklerinin özgür seçimleriyle değil, eşyanın
doğasından oluşan yasalarla açıklamaktadır. Her toplumsal gerekircilik, ister istemez, bütün
insanlara karşı anlayışlı bir hoşgörü getirir.
Bizden öncekiler ve çağdaşlarımızın bazıları için, kötülük yapan insan, onu yapmakta
özgürdür. Onu uyardığımız, eğitip doğru yola soktuğumuz zaman, üstümüze düşeni yapmış
sayılırız. Buna karşın, yine kötülük yaparsa, isteyerek yaptı demektir. Suç kendinindir.
Öyleyse, suçluya yapılanı yapabiliriz ona; adalet hor görülmesini, hüküm giymesini, ceza
çekmesini ister onun.
İyileri, doğruları öven, kötüleri yerin dibine batıran sayısız ahlaklar buradan geliyor.
Yanılmaz bir yargıcın bizi yargılayacağı kıyamet günü, Tanrının iyi kulları için cennet, kötü
kulları için cehennem tasarlayan dinler buradan geliyor.
Toplumsal barış günlerinde, asıl sorun artık haksızlığı sürdürenlerle savaşmak ve onları yok
etmek değil, eğitmektir. Eğitimse nefreti, kini kendinden uzak tutar; anlayış göstermemizi
ister bizden. Özgürlük, istediği kadar yasalarda yazılı olsun, törelere ve ruhlara işlemekten
sonra, sözde kalır. İnsanlık tarihinde, faşistlik görülmemiş bir gerilemedir.
Sayısız dinler ve felsefeler, herkese: “Erdemli olmaya, kendi ruhunuzu kurtarmaya bakın!”
diyerek, ahlak sorununu basite indirmişlerdir. Dört bir yanı kötülükler, bayağılıklarla çevrili
bir insanın kendi kusursuzluğu ile övünebilmesi olacak şey midir? Bireysel denilen ahlak
topluluğun ahlakına bağlıdır ve asıl sorun da, bir insan topluluğunun şu ya da bu üyesini
yükseltmek değil, topluluğun kendisini yükseltmektir. Bilim ahlakı, toplumlarımızı
yükseltecek güçte olan şu iki büyük duyguyu, kötülükten nefret ile insan sevgisini
uzlaştırmamızı başaracaktır.

Başarı Koşulu
Yeni buluşlara atılan aklın coşkusu, birlik özlemi, özgürlük tutkusu: İşte, bilimsel araştırmada
yer alan ilkeler, bu araştırmayı yaratan, yöneten ve yaşatan ülkü. Bilim kendini oluştururken
kendisinden ayrılmayan bu ilkeleri de yaymış olur. Bilim ahlakı, yerleşmiş bir takım eski
güçlerle çatışma halindedir. Gençliğin eğitimini bilimin dışında doğmuş olan bir takım dinler
ve felsefeler yönetiyor.
Bilim ahlakı, buluşçu, düşünce güçlerini coşturan bir ahlak olduğu içindir ki, teknik adamları,
saptanmış olaylardan ve bilinen yasalardan sadece bu coşkunun yararına yararlanacaklardır.
İnsanları ekonomik kölelikten kurtarmayı kendilerine iş edinecek; maddesel hazları
artırmaktan çok, tek tek ve bir arada herkese, kendi çabasının büyük parçasını düşünsel
hazlara ayırma yollarını sağlayacaklardır.
Bilim ahlakı dünyayı birliğe götürme kaygısı olduğu için, ondan esinlenen teknik adamları,
çıkar gözetmeyen araştırma sonuçlarının kin ve ölüm işinde kullanılmasını istemeyeceklerdir
artık. Bilim ahlakı özgürlük saygısı olduğu için, esinlerini ondan alan teknik adamları
herhangi bir zorba gücün buyruğuna girmeyeceklerdir. Geleceğe yönelme her ülkünün
özüdür.
Tarih bize şunu öğretiyor: Bilimsel bilginin ilerlemesi, eninde sonunda önüne geçilemez bir
şey de olsa, bu ilerleme aynı ve sürekli değildir. Bütün insan eserleri gibi bilim de, ancak ona
hizmet edecek olanların coşkun atılışları ve tükenmez sabırlarıyla yaşayabilir.

Bilim ve Coşku
Öteden beri alışılmıştır: Şiirin coşkusuna bilimin soğuk sertliğini karşı koyarlar. Bir yanda
atılış, fantezi, düş; öte yanda, sayıların kuru sertliği. Bilim ahlakı aynı zamanda ve daha önce,
duygu ahlakıdır da. Birinci ilkesi ispatlanmış gerçek aşkı, yeniyi bulan düşünce sevgisi; ikinci
ilkesiyse, kardeşlik duygusudur.
Nerden geliyor bu sevinç? İnsanın, ispatlanmış gerçek alanını genişleterek yapabileceği işlerin
en büyüğünü başarabilme duygusundan. Çıkar gözetmeden gerçeği araştırma biz insanlara
özgü bir şeydir, özelliğimizi yapar bizim. Düşünce, akla uygun bir düzen kurunca, dünyayı
avucunun içine alır.
Tanrıbilimcilerle filozofların kafasında Tanrısal Varlık’ın büyüklüğü, her şeyi bilmenin ve
önceden bilmenin tadını tatmasındaydı. Ama bilim adamının sevincini, metafiziğin Tanrılara
yakıştırdığı sevinçten daha da çekici yapan şey, bilgi coşkusuna araştırma coşkusunun, aklın
nesneler üstündeki egemenliğine yoldaşlık eden şu serüven duygusunun eklenmesidir.
Astronomların, hesap ve deney yoluyla sonsuz küçüğü yenmekte olan fizikçilerin sevinci
yanında bir kenti ele geçiren saldırıcının sevinci nedir ki? Thierry’e göre: “Şu kör, şu umutsuz
ve acılı halimle kesin olarak söyleyebilirim ki, dünyada madde hazlarından, hatta sağlıktan da
değerli bir şey varsa, o da, kendini bilime adamaktır”.
Bilinmeyen dünyaları bulmanın katıksız coşkunluğunu da yalnız bilgin duyabilir. İnceleme,
gerçeğe doğru bir çeşit yol alma olan inceleme, herkese aynı çeşitten hazlar verir. Öğrenmek
isteyen, bilim yoluna giren herhangi bir kimse bilgin’in sevinçlerini paylaşır, onun gibi
anlamanın gururunu duyar, karanlıklardan yavaş yavaş anlaşılır bir dünyaya çıkmanın
coşkusunu tadar. Bilginler, öğrencileri, araştırmanın bunalımları, umutları, düş kırıklıkları ve
sevinçleriyle daha yakından ilgilendirseler, o zaman bu genç kafalar bilimin canlı güzelliğini
yapan şeyi daha içten duyup anlayacaklardır.
Öğrenme sevincinden aşağı kalmayan bir başka sevinç de, düşünen insanlarla kendini birlik
halinde duymanın, “ispatlıyorum, öyleyse birleştiriyorum” diyebilmenin verdiği sevinçtir.
İnsanoğulları, mutluluk dedikleri şeyin en temizini, kendilerini başkalarına yaklaştıran
duyguda aramışlardır. Rousseau’ya göre: “Biz yalnız kendimizin değil, başkalarının da mutlu
olmasını istiyoruz ve bu mutluluk bizimkine zarar vermedikçe onu arttırır”.
Bilim ancak özgürlük içinde ve özgürlükle gelişir. Herkesin hakkı olan insanca mutluluk,
başlıca gücümüz olan aklımızın özgürce gelişmesinden doğar. Kötülüklerin en aman sızı,
aklın atılışını durdurmaktır. 1634’te Descartes, Galileo’nun bazı buluşlarından çıkardığı
sonuçlar için Mersenne’e şunları yazıyor: “Çok kesin, açık seçik tanıtlamalara dayandıklarını
bilmeme rağmen, Kilise’ye karşı onları dünyada desteklemek istemem”. Bir ispatlamayı “çok
kesin, açık seçik saymak”, sonra da herhangi bir otoriteyle uzlaşmıyor diye onu
desteklemekten vazgeçmek acı bir şeydir. Özgürlüğü isteyen tehlikeyi de istiyor demektir ki,
bu da bazen acı çekme tehlikesidir. Voltaire ise: “En büyük acı, acıtmaz olmuş zincirlerin
acısıdır, köleliği kabul etmenin, başkaldırmaktan vazgeçmenin acısı. Oysa sevinçlerin en
temizi, durmadan kazanılan, yeniden ve yeniden kazanılan özgürlüğün sevincidir”.
Durkheim’le birlikte, dinsel yaşamın ilkel biçimlerine bir bakalım. Ne buluyoruz her yerde?
Amansız bir korku. Mana denilen korkulası güç. Daha yeni dinlerde, somut Tanrılar, yavaş
yavaş soyut Mana’nın yerini almaya başlıyor. İnsan niteliğinde Tanrılar düşünmek bir zaman
için yararlı olsa da, insanoğluna rahatlık ve güven getirmekten çok uzaktır. Ölümlülere düşen,
korkmak ve boyun eğmektir. Sağlık ve zenginlik getireceğim diyen eski dinlerin yerini, mutlu
bir ölümsüzlük umudu veren ahretlik dinler alınca, yeni bir adım atılmış oldu. İnsan,
“korkular, titremeler” içinde yaşamak zorunda kalıyor yeni baştan.
Din, Lucretius’un şu sözlerini hak etmiştir:
Ne kötülükler etmemiş bu din......
Dinin yapamadığını yapmak, yani korkuyu ortadan kaldırmak için ne etmeli? Dünyayı
açıklama çabasında, tanrısal varlıkların o değişken, o korkunç, o kestirilemeyen istemi yerine,
doğa yasalarının anlaşılır düzenini koymalı. Doğa için gözlem ve akıl gerek diyen Lucretius,
bilimin ruhunu açıklıyor. Vergilius şunları diyor:
Ne mutludur o kimse ki
Kavrar nesnelerin nedenini
Atar bütün korkuları bir yana
Boş verir yakarmaya alınyazısına
Tamunun korkusuna gürültüsüne
Alır tümünü ayağının altına!
Ortadan kalkan her bilgisizliğin ardından yeni bir güven doğar. Yıldırımlar, depremler, su
baskınları, salgın hastalıklar, korkudan titreyen biz ölümlülere, anlaşılmaz ya da hevese bağlı
birer ceza gibi değil, aklın kavrayabildiği yasaların birer sonucu olarak gözükmektedir artık.
Bunları anlamak biraz da yenmek demektir. Güvenlik diyorum, iç rahatlığı demiyorum.
Çünkü bilim ruhu, ahret mutluluğu, üstün mutluluk adına ne varsa hepsine karşıdır. Bilimiz
eseri, gerekli ağırbaşlılığı içinde, baştanbaşa sevinç, sevgi ve dirlik eseridir. Aklını işletenlerle
düşünce ve duygu ortaklığı yapmak ve düşünen bütün insanların bir gün, gerçekten yaşayan
varlıklar olması için çalışmak yetmez mi onun mutlu olmasına?

En Son Karşı Düşünce
İleri sürülen en son karşı düşüne şu:
“Pekâlâ, diyorlar bize, bilimin kendi alanı, hem de geniş bir alanı var, kabul; ama evrensel bir
alan değil bu”. Bilimin yanıtsız bıraktığı noktalar üzerinde onun yerine, başkalarının
konuşması doğru olmaz mı? Bu karşı düşünceler, Hıristiyanlığı savunanlarca çok kez ileri
sürmüştür. Okuyorum sanan kör, biliyorum sanan delidir. Yalnız “seviyorum” diyen tanrıya
gider. Bize bilginin kapılarını açacak olan araştırma değil, ölümdür; bizi, yüce Varlık’a
büründüren, onunla birleştiren ölümdür.
Bugün bilim her şeye karşılık vermiyor. Ruhtan, Tanrıdan, ölmezlikten söz açtınız mı,
susuyor. Yer ve zamanın etkisine dayanamayıp, özü gereği, ister istemez yok olacak kesin bir
bilginin pek değeri olmadığını düşünmek, hakkımız, görevimiz değil midir? Gerçekleşmiş bir
olay, daha iyi gerçekleşen bir başkasına yerini verdiği zaman büsbütün ortadan kalkmaz, yeni
kuram bir öncekiyle birleşir ve onu aşmak için yine ona dayanmakla başlar işe. İddiacı
olmaları dolayısıyla, toptan yok olmak kesin gerçeklerin yazgısıdır asıl.
Önce, “mutlak” peşinde koşan dinlerin insanlara sunduğu “karşılıklar”, bunları kabul
edenlerin kafasında tam bir güven, kuşkudan uzak bir umut yaratır diye kesin bir şey
söylenemez. “İnsanlığın acılarını dindirmeye çalışan eski teraneler” onu uyutamamıştır ve hiç
bir tanıta dayanmayan sözler, onları benimseyenler için bile, değersiz kalmıştır. Bilim için
“mucize” diye bir şey olmadığı çok açıktır. Bilimin bütün işi, onları bir yasa kavramına
bağlamak olacaktır.
Eskinin “Bilmiyoruz, öyleyse inanalım!” sözüne, bilim “Bilmiyoruz, öyleyse araştıralım!”
sözüyle karşılık veriyor. Gerçeği araştıranların ortak yazgısı, kendileri kadar, hatta daha çok,
çocukları için çalışmaktır.

İnsanlık Destanı
Bir ülkü, ancak coşku verebilirse, ülkü adına hak kazanır. Hangi ülkü, bu bakımdan, derin
bilim kafasını yaratan ülküyle boy ölçüşebilir; hangi ahlak biz insanların serüven, şiir
susuzluğuna, kendini bir şey adama isteğine böylesine coşturucu bir içki sunmuştur; hangi din
insanda, insan olma gururunu böylesine cömertçe yükseltebilir? Ahretlik dinler, Tanrıya
benzeyen insan, yaratılışın odağıdır, kralıdır.
İnsafsız bir mantığı olan Kutsal Kitap şöyle diyor: Gerçek Hıristiyan “bu dünyada
yaşamından nefret eden kimsedir”. Ermiş Paulus’da: “Ölmek bir kazançtır benim için” diyor.
Ermiş Augustines: “Yaşam acı bir şölendir” demiştir. Ama felsefeler şunu gösteriyor: Bir
ülkü, insanı yalnız geçmişte ve gelecekte yüceltir de, yaşadığı çağda alçaltır ve ona dünyanın
sonunu özletirse, sakat, hiç değilse, yarım bir ülküdür.
Düşünce yoluyla, yani deney ve akıl yoluyla, insan kölelikten kurtulmaya başlıyor. Bir ilk
parıltı Akdeniz dünyasını aydınlatıyor. Sonra, Roma İmparatorluğunu silip süpüren bir
mistisizm dalgası bilimi gerilere itiyor. Bilim, artık yüzlerce yıl, skolâstik ormanın
derinliklerinde kaybolmuş incecik bir su sızıntısından başka bir şey değildir ve dehaların sesi,
Oresme’lerin, Occam’ların sesi bir türlü duyuramıyor kendini. Rönesans’ın o büyülü
havasında, bilim her zamandan daha canlı, daha atılgan, yeniden görünüyor. Korkunun,
gereksinimlerin, boyun eğdirdiği aynı insanlık, bilimi yaratmaktadır.
Copernicus’la, Galileo’yla, Kepler’le gök kubbenin fethine atılıyor. Yıldızlar çekim yasasının
buyruğundadır artık ve gökler Newton’un utkusunu anlatıyor. Sanat da, bilim gibi,
düşüncenin bir coşkusudur, çıkarsız bir yaratış, yükseklerde buluşma gücüdür. Bilim
buluşlardan buluşlara atılırken, ahlak bu atılışa ayak uydurmuyor. Daha bilgili olmakla daha

doğru olmuyor insanlar.