11 Temmuz 2012 Çarşamba

Bir televizyon programının ardından

Bir televizyon programının ardından Kanal 24 TURMEPA ile birlikte denizleri konu alan bir program dizisi başlattı. “Denizler Bitmeden” sloganı altında yapılan bu tartışma programlarında “merkezinde deniz olan çeşitli konular” tartışılıyor.10 Temmuz Çarşamba akşamı ise Balıkçılık ve Sürdürülebilirlik çerçevesinde bir tartışma yapıldı. Yeni kurulan İstanbul Üreticiler Birliği, Balık Müstahsilleri Derneği, İstanbul Kooperatifler Birliği, Fikir Sahibi Damaklar ve Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlük İstanbul teşkilatından bir mühendisin katıldığı bu toplantıda balıkçılığımızın içinde bulunduğu durum ve Genel Müdürlüğün 20 Haziran Tarihli Danışma Kurulunda ortaya koyduğu yeni avcılık düzenlemeleri tartışılmaya çalışıldı. Çalışıldı demenin yegane sebebi ise Gırgır avcılığını temsil eden çevrelerin bu toplantılarda bu güne kadar aldıkları genel tavrın artık kronikleştiğini ve asla sürdürülebilirlik balıkçılık önlemlerini tartışmaya yanaşmamaları hatta tartışmaları sabote etme azimlerinin devam ettiğini anlatmak içindir. Giderek bir mücadeleye dönen “balıkçılık tartışmaları” süreci yaşamaktayız. Bu mücadelenin taraflarını belirlemek, bu mücadele de kimin neyi temsil ettiğini açığa çıkartmak ve üstünden dolaşarak tartışılan esas konunun ne olduğunu anlatmak gerekiyor. Programın sonunda söyledikleri son söz aslında tüm konuşmaların bir özeti niteliğinde idi. Murat Kul “biz 4.5 ay avlanmayarak sürdürülebilirliğe en büyük desteği veriyoruz” derken her halde bizlerin her yıl verdikleri sezon uzasın dilekçelerini, Ahmet Menekşe’nin Star gazetesinde söylediği “4.5 ay yasak mı olur, fabrikalarda neden 1 ay tatil var” dediğini hatırlamayacağımızı ve dile getirmeyeceğimizi düşünüyordu. Sürmekte olan mücadele Gırgır avcıları için ne anlama geliyor, ya da neyin mücadelesini veriyorlar? Türkiye balıkçılık tartışmalarında ezberler bozulmuş, artık kapımıza dayanan tehlikenin büyüklüğü karşısında gerçek çözümlerin araştırılması, tartışılması ve olası çözümleri konusunda sahici bir duruş camia içinde filizlenmeye başlamıştır. Son 4 yıldır yapılan bu tartışmalar giderek bir farkındalığa ve farkındalık ise “Canlı sucul kaynakların sürdürülebilir yönetimi ve hakça paylaşımı” konusunda sahici görüş ve taleplerin doğmasına yol açtı. İçinde bulunduğumuz mevcut durumun en temel sebeplerinden biri budur. Belli Gırgır avcısı odaklar bu yeni dönemden ve anlayıştan rahatsılar. Ankara’da istediklerini yaptıra bilekleri eski güzel günleri özlüyorlar. O güzel günleri ise ancak “Geleneksel Kıyı Balıkçısını ve STK’ları susturarak” sağlayabileceklerini biliyorlar. Kıyı balıkçısı ve STK işbirliğinin yarattığı sinerjiden, bu sinerjinin giderek Akademik camia içinde karşılık bulmasından ve “bu memlekette bir şey değişmez, yine büyüklerin dediği olur” anlayışının yıkılıyor olmasından çok korkuyorlar. İçinde bulunduğumuz bu çatışmalı dönemin bir başka özelliği ise İstanbul merkezli bir çatışma alanının oluşmasıdır. Bunun sebepleri ise gayet net her kesin anlayabileceği kadar açıktır. İstanbul ve boğaz çevresi Gırgır avcıları Amerika’daki altına hücum dönemini aratmayacak görüntüler ve yağmacılık zihniyeti ile avcılık yapmaktadırlar. Devasa büyüklükteki motorları ve av araçları ile kapılarının önünde göç yolunun en dar mevkiinde yapılan bu avcılık yine kendi tabirleri ile (eski balıkçılar çok iyi bilir) yağmacılıktır. Akın zamanları yapılan bu balıkçılığa “yağmacılık” adının yıllarca evvel takılmasının bir sebebi her halde vardır. Bu savaşın adını doğru koymak ve taraflarını doğru tarif etmek problemin çözümü açısından en önemli husustur. Bu savaş “geleneksel kıyılarda ve İstanbul boğazında yapılan akla ve vicdana sığmaz bu avcılığın devam edip etmeyeceğinin belirleneceği savaştır” ve tarafları “bir yanda yağmacılığa devam etmek isteyen Endüstriyel avcı grupları, diğer yanda ise artık yeter diyen Geleneksel kıyı balıkçısı, çevre ve tüketici talepli sivil toplum grupları, STK’lar ve Akademisyenler ’den” oluşmaktadır. Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü ise önümüzdeki süreçte balıkçılık politikaları ve yönetiminde çubuğu “sürdürülebilir balıkçılık ve hakça paylaşım” yönünde bükeceğinin işaretlerini vermektedir. İstanbul Gırgır avcılarını temsil edenlerin program süresince savundukları iddialar ve gerçekler. Denizlerde balık bitmez komikliğini bir tarafa bırakırsak TV deki iddialar ve söylemler aşağıdaki gibidir; Balıkçılık sorunları, deniz kirliği ve filonun büyüklüğünden oluşmaktadır. Bu grubun her sürdürülebilir balıkçılık tartışmasında temcit pilavı gibi öne sürdüğü ve dört elle sarıldığı en temel iddia kirlilik ve filo büyüklüğüdür. Bu şahısların iddialarına göre, balıklar kirlilik nedeni ile üreyememekte ve filonun büyüklüğü nedeni ile mevcut balık rezervi filoya yetmemektedir. Son 10 yıldır büyük stoklu türle üzerindeki yapılan araştırmalar toplam avdaki genç birey oranının % 70’ler seviyesinde olduğunu göstermektedir. Bundan 20-30 yıl önce istavrit avcılığında 17-18 milimden kör ağlar kullanılmazken zamanla göz açıklıkları 16, 15, 14, milim göz açıklığı ölçülerine düşmüş, stoktaki erişkin oranının düşmesi kaçınılmaz olarak ağ göz açıklıklarına yansımıştır. Hamsi balığında da durum bundan farklı değildir, gerek pazara gerekse yem sanayine gönderilen balıkların boyları iyice küçülmüş, pelajik türlerdeki avcılık bir önceki nesil üzerinden devam etmeye başlamıştır. Konu ile ilgilenen herkes bilir ki bir türün avcılığında genç birey miktarı artarken erişkin birey oranı düşüyorsa o stok tahrip olmaktadır. Söz konusu balıkların bu tahribata direnmelerinin ve varlıklarını bu koşullara rağmen devam ettirebilmelerinin arkasındaki gerçek, bu türlerin kısa ömürlü ve üreme boylarının da ve yaşlarının bu nedenle küçük olmasıdır. Stoklardaki bu tahribatın nedeni kirlilik değil, aşırı, kontrolsüz ve plansız avcılıktır. Balıkçılık reformu taleplerine kirlilik silahı ile karşı çıkma çabaları beyhude bir çabadır. En kirli sularda varlıklarını devam ettirebilen (istavrit, lüfer, kefal) gibi birçok tür tahrip olmuş ve bu tahribat büyük bir süratle geri döndürülemez noktaya doğru ilerlemektedir. İçinde bulunduğumuz bu durumun en temel sebebi avcılıktır. Bir örnek vermek gerekirse, İzmit körfezinin en doğu alanında Gırgır avcılığına kapalı bir bölge vardır, bu bölge Marmara’da oksijen seviyesi en düşük bölgelerden biridir ve bu yasak sahada tüm kış boyunca radarlar ekranları balıktan kapanmaktadır. İmralı adası ve Botaş bölgeleri ise bu konuda en sağlam kanıtlardır ve yine bunu en iyi Gırgır avcılarımız bilmektedir. Filo Fazlalığına gelince; Gırgır camiasında yapılan filo büyüklüğü tartışması, bir sürdürülebilirlik tartışması değildir. Bu tartışma kelimenin en yalın anlamıyla bir paylaşım tartışmasıdır. Av kapasitesinin azaltılması sadece filonun küçültülmesi ile olmaz. Balıkçılıkta kabotaj sefer hakkıyla çalışan bir filonun avcılığını planlayamazsınız. Eğer göç ve av bölgelerindeki avcılığı planlayarak filo yönetimine geçmiyorsanız sadece paylaşımcı sayısını arttırırsınız. Bu girişim asla stok üzerindeki aşırı av baskısını ortadan kaldırmayacaktır. Bakanlık filo küçültme konusunda bir adım atmış ve ben boy başına para ödeyerek ayrılmak isteyenlerin teknelerini satın alacağım demiştir. Bu güne kadar filo büyüklüğü konusunda laf eden Gırgır çevrelerinden bu öneriye olumlu bir cevap çıkmamıştır. Çünkü onların filo küçültülmesinden anladıkları kendi motorlarının değil başkalarının motorlarının devlet tarafından alınmasıdır. Bu konuda zaman zaman önerilen fiyatların düşüklüğünden söz edenlere rastlıyoruz. Eğer filo küçültmesi talebinde samimi iseler devletin önerdiği rakamların üstüne kendi rakamlarını da ekleyerek olayı daha cazip hale getirebilirler. Bakanlığa bu rakamları % 50 yükselt bu farkı da 10 yılda (ya da başka makul bir sürede) bizim tuttuğumuz balıktan tahsil et diye neden söylemiyorlar. Filonun diyelim ki % 50’si azaltılırsa kendi kazançları da o oranda artmayacak mı? Atasözü derki; “ainesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” “Balık olan yerler yasaklanıyor, bu yasaklar sorunları çözmez. Balık boyu ve derinlik yasakları yerine rezerv alanlar olsun herkese kapatılsın.” Yasaklar ile sorunlar çözülmez demek sorunlardan ne anladığını gösteren en önemli ipucudur. Balıkçılık sorunlarını kendi sorunları, balıkçılık politikaları hedeflerini kendi büyüme hedefleri olarak algılayanlar kaçınılmaz olarak her türlü avcılık kısıtlaması ve kontrolüne karşı çıkacaklardır. Bütün Dünya’da ve bizim de parçası olmaya çalıştığımız AB’de kaynakların tükenme noktasına gelmesi üzerine Endüstriyel Avcılık Kısıtlanıp, Geleneksel kıyı balıkçılığının desteklenmesi ve geliştirilmesi tartılıyor ve oradaki Endüstriyel Avcı Grupları da aynı buradakiler gibi kısıtlamalara karşı direniyorlar. Bu gün Avrupa Birliği bırakın kendi kara sularındaki avcılığı, Uluslararası sularda ki avlanan filoların desteğini kısmaya çalışıyor. Onlar Okyanusların açık sularındaki avcılığı tartışırken biz burada geleneksel kıyılardaki endüstriyel avcılığı ve gırgır avcılığına kapatılması önerilerini tartışmak zorunda kalıyoruz. Yavru balık avı tartışmalarımız ise tam bir kepazelik. Bu gün buna karşı çıkanların babaları dedeleri eskiden limana küçük balık getirenlerle alay eder küçümserlerdi. Bir hayvan çiftliği sahibi eğer yetiştiriciliğe devam edecekse sürünün tamamını kesip kasaba vermez ama sürüyü satıp başka bir iş yapmayı planlıyorsa yani mesleğini bırakacaksa o zaman tamamını kasaba verebilir. Bizim tartışmamızın konusu olan balık stokları ise kimsenin malı değildir ve biz küçük ölçekli kıyı balıkçıları olarak mesleğimizi bırakmak istemiyoruz. Son günlerde sıklıkla kullanmaya başladıkları, akılları sıra küçük balıkçıyı tehdit ettikleri bir söylemse her kese yasak olsun, o zaman kabul ederiz söylemidir. Sapla samanın bu kadar karıştırıldığı bir tartışma her halde camiamızda ilk defa yaşanıyor. Burada tartışılan 2 konu var. Derinlik yasağı ve bölgesel yasaklar (koruma alanları) Derinlik yasağının temel mantığı mikro ve makro faunanın en zengin olduğu sığ sularda endüstriyel av yapılamayacağı, yapılmaması gerçeğidir. Endüstriyel av araçları kullandıkları büyük makine güçleri av açarları ve gereçlerindeki aşırı gelişmişlik nedeni ile sucul yaşamın zengin olduğu bu sahalara onarılmaz yarala vermektedir. Bu nedenle Dünyanın büyük çoğunluğunda sığ sularda Gırgır ve Trol avcılığına izin verilmez. Bu konuda derinliğin hesaplanmasında ki temel görüş güneş ışığının ulaştığı derinliğe kadar Gırgır ve Trol avcılığını yasaklamaktır. Bizimde üyesi olmaya çalıştığımız AB mevzuatları 50 metreye kadar (Yunanistan ve Hırvatistan’da 2-3 bölge de sınır 30 metredir) yasaklarken, Orkinos Gırgırı haricindeki Gırgır ağlarını 120 metre derinlik ve 800 metre uzunlukla sınırlamaktadır. Yine bu sahalarda düşük makine gücü ve av araçlarının seçici özellikleri nedeni ile sadece geleneksel balıkçılığa izin verilmektedir. Derinlik yasağı rezerv alan koruması değildir, derinlik yasağı devasa büyüklükteki av araçları ile endüstriyel avcılığın kıyıdan uzaklaştırılmasını ve kıyının korunmasını amaçlamaktadır. Bizim ülkemizin modifiye edilmiş (şalvar) gırgır ağları ile bu sığ sularda yapılan avcılığın trol avcılığından bir farkı yoktur. Bir akademik çalışmada “1 Eylül tarihinden itibaren başlatılan gırgır avcılığı; kıyı ekosistemi üzerinde, özellikle bentik ve demersal makro fauna üzerinde çok olumsuz etkiler yaratmaktadır. Bu ağlar sahip oldukları derinlik nedeniyle, operasyon sırasında tıpkı dip sürütme ağları gibi bentik ortam ile (deniz zemini) temas etmekte ve birçok canlı organizma bu ağlara girmektedir. Bu zararın boyutları özellikle hamsi ve istavrit avcılığında daha çok görülmektedir. M.Zengin ” Denilerek olaya dikkat çekilmiş Gırgır avcılığının kıyıdan uzaklaştırılması gerektiğine işaret edilmiştir. Bu sahalar aynı zamanda ticari değerleri yüksek olan dip balıklarının yaşam alanlarıdır, bu balıkların sürdürülebilir avcılığı ancak geleneksel av araçları ve metotları ile mümkündür. Bilimin ışığında yönetilen ve mühendislik hizmetleri ile desteklenen “Geleneksel Kıyı Balıkçılığı sucul yaşam ile barışık ve sürdürülebilir bir balıkçılık uygulamasıdır” insanlık var olduğu sürece de denizel gıda arzının yegane garantisidir. Rezerv alanlar konusuna gelince; Bir başka tuhaflık ise bu tartışmada yaşanıyor. Rezerv alanlar bölgenin hidrobiyolojik koşulları, uzun vadeli planlar, konjonktürel iğtiyaçlar ya da başka bir sebeple oluşturulabilir. Tek bir sınıflandırmaya ve ortak sınırlandırmalara da sahip değildirler. Koruma alanları genel olarak, Balıkçılığa tümden kapalı alanlar, Endüstriyel balıkçılığa kapalı alanlar, Sportif ve ticari olta balıkçılığı ile sınırlandırılmış alanlardır. Eğer İstanbul Gırgırcıları Adalar ve Ambarlı bölgelerinin balık stokları açısından çok önemli alanlar olduğunu ve balıkçılığa tümden kapatılması gerektiğini düşünüyorlarsa neden bunu direkt olarak dile getirmiyorlar ve küçük balıkçının sürdürebilirlik ve hakça paylaşım talebine bir şantaj olarak kullanıyorlar. Bu güne kadar bakanlık ya da Genel Müdürlüğe neden bu konu da görüş iletmediler. Eğer gerçekten stokların geleceği açısından bu bölgelerin avcılığa tümden kapatılması gerektiğini savunuyorlarsa yapmaları gereken ilk iş Genel Müdürlüğe bir dilekçe ile başvurarak bu konudaki taleplerini dile getirmektir. Yalandan yere küçük kıyı balıkçısını tehdit ederek bir yere varmazlar. Hem her seferinde balığın % 10’unu ben tutuyorum benim sözüm geçer diyeceksin hem de yaklaşık 15.000 küçük tekne ile avlanan kıyı balıkçılarına savaş açacaksın. Farklı büyüklükteki ve farklı metotlardaki avcılıkta söz konusu olan, eşitlik değil adalet temel olmak zorundadır. “Devlet balıkçılığı yönetirken Bilim insanları ve bizim (Endüstriyeller) dışında kimseyi muhatap almasın. 3-5.000 liraya bir kayık alan balıkçılık hakkında karar veremez. Bu balığın % 90’ını biz biz tutuyoruz balıkçı olarak tek muhatap biziz.” Bu konudaki iddialarını dayandırdıkları iki temel parametre ve arka planında bolca palavra var. Söz konusu kişiler kendilerinin balıkçılıktan başka bir geçim kaynaklarının olmadığı ve halkın kendileri sayesinde balık yiyebildiğini, neredeyse tüm balığın kendileri tarafondan avlandığını söylemektedirler. Önce şu başka işimiz yok ve nafakamız için çalışıyoruz söylemine bakalım. Ne yazık ki bu konuda gözümüzün içine baka baka yalan söylenmektedir. Hem de bizzat televizyonda konuşan şahıslar tarafından. Hemen şu anda hiç araştırma yapmadan sıralayabilirim, “deniz taşımacılığı, orkinos semirtme çiftlikleri, çupra levrek yetiştiriciliği, balık ithalatı ve ihracatı, balık unu ve yağı sanayii, özel Hasta hane işletmeciliği ve madencilik, kuyumculuk ve komisyonculuk” ilk anda aklıma gelen Gırgır sahiplerinin diğer işleridir. Nafaka ve geçim olayına gelirsek, TV de bizzat kendileri söyledi 350.000 dolardan 5-6 milyon dolara kadar gırgır avcılığı yatırımlarımız var diye. Bu nasıl nafaka çıkartma faaliyetidir, vaz geçtim fazlasından, 1.000.000 $ iki nesil aile için hiç çalışmadan yaşayabilecek bir kaynaktır. Büyük ölçekli balıkçılık geçimlik bir faaliyet değil bir sermaye birikim modeli ekonomik olarak zenginleşme aracıdır. Şu an Gırgır camiasından yaşanan ekonomik sorunların nedeni de tam burasıdır. Canlı sucul kaynaklarının artışı gerçekleşmediğine göre gelirler yatay olarak büyümemiş, avcılıktaki büyüme bir dikey büyümeye sebep olmuştur. En tepeye yerleşen 40-50 takım sahibi/grubu Gırgırcı tabanını yok oluşa doğru itmiştir. Mevcut durumun devam etmesinden çıkarı olan bu grup kendi altlarındaki tabanını da yanlış yönlendirmekte, kendi çıkarları doğrultusundaki düzenlemeleri kurtuluş reçetesi olarak sunmaktadır. Bu ülkede Gırgır avcılarının gerçekten düşmanları varsa bunlar küçük kıyı balıkçıları değil, kendilerini uçuruma sürükleyen ve peşlerine takıldıkları büyük avcı gruplarıdır. Yarın balıkçılık bittiğinde onlar için çok şey değişmeyecek yüksek karlı kazançlara yaptıkları yatımlar sayesinde başka alanlarda büyümeye devam edeceklerdir. Küçük kıyı balıkçısı Gırgırcıların yok olmasını değil kendi av alanlarının ve mesleklerinin korunmasının peşindedir. Gırgır avcılarının yapması gereken işaret edilen yöne bakmak değil, yanlış yönü işaret ederek kendilerini kandıranlara bakmaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder