15 Ağustos 2012’de Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından 3/1 sayılı Ticari Su Ürünleri Avcılığını Düzenleyen Tebliğ yayınlandı. Söz konusu tebliğ ilk defa endüstriyel balıkçı kesimine karşı alınan önlemler paketi olma hüviyetindeydi. Alınan bu kısmi radikal kararlar büyük balıkçı olarak tanımlanan kesimde sert tepkimelere neden oldu. Bunun sonucu olarak 1 Eylül’de başlayan balıkçılık sezonuna giriş yapmadılar ve 3 gün sonra da eylemlerine son verdiler Buna karşın daha sonra ayni kesim tarafından denizlerimizde yasa dışı balık avcılığı da ısrarla sürdürülmeğe devam edildi. Diğer taraftan Balıkçılık ve Su ürünleri Genel Müdürlüğü’nün ilgili birimlerince ağırlıklı olarak karasal ortamda yapılan denetimler ve cezai uygulamalar da dikkat çekici boyuta ulaştı.

Endüstriyel balıkçı kesiminin sınır ve kural tanımazcasına yaptığı aşırı avcılığın olumsuzluğu yakın zamana kadar doğal olarak kıyı balıkçısını diğer bir ifade ile geleneksel balıkçılığı da olumsuzluğa itelemiştir. Haliyle merkezi otorite tarafından alınan ve endüstriyel balıkçılığa derinlik itibariyle getirilen kısıtlamalar ile bölgesel yasaklamalar doğal olarak mesleki balıkçılık yapan kesimde büyük bir memnuniyet uyandırdı. İlk defa merkezi otoritenin, balıkçılığın ağır topunu oluşturan kesime karşı almış olduğu koruyucu önlemler bazı balıkçı kesim temsilcilerince de reform olarak tanımlandı.

Gerçekten alınan kararlar bir reform mudur ve gerçekten bu bir reform süreci midir? Evvela onu masaya yatırmakta yarar var.

Türkiye balıkçılığının panoramasına bakıldığında görüntünün tamamen aşırı balık avcılığı ile yasa dışı avcılık üzerine yoğunlaştığı görülür. Denizel ortamdan getiri elde etmek adına doğanın bilançosuna zarar kaydeden uygulamalar dikkat çekicidir. Bunda hiç kuşkusuz ana etmen genel anlamda balıkçı kesiminin bir bütün olarak “deniz etiği” kavramından yoksun olmasıdır. Oysa “deniz etiği”, denizleri bir ham madde kaynağı değil, hepimizin hakkı olan bir bütün olarak görme esasına dayanır. “Deniz etiği” kavramında en önemli husus şudur; denizlerdeki canlı kaynakların yönetiminde cereyan eden bütün etkinlik ve amaçların yerli yerine konulması; neyin yapılacağı ya da yapılamayacağının; neyin isteneceği veya istenilemeyeceğinin; neye sahip olunacağı ya da olunamayacağının bilinmesidir. Diğer taraftan “Deniz etiği” balıkçı-toplum-deniz ilişkilerinde gerçekleştirilebilecek doğru eylem ve yaşantı olanakları olarak da tanımlanabilir. Bu alandaki etik kavramı, insanın hem deniz, hem de toplumsal kurumlar ile durmadan artan denetleme ve yönetme yeteneği ile de daha da genişleme gösterir.

“Deniz etiği” kavramını daha derinliğine yorumlamaya gidildiğinde aslında bunun tam anlamıyla uygulamalı bir etik alanı olduğu görülür. Onun bu özelliği balıkçı kesimini hem denize ve denizdeki canlı kaynaklara, diğer taraftan bu ortamın işletilmesinde kendisini memur kılan kamu kuruluşu ile tüketici konumundaki topluma sorumlu kılar.
Oysa görüntü bunun tam tersidir. Aşırı balık avcılığının getirdiği verimsizlik tablosu; avcılıklarda elde edilen balıklardaki küçülen boylar; avlanma döneminin gitgide kısalması; endüstriyel balıkçı kesiminin daha fazla av yapma kaygısıyla geleneksel balıkçı kesimini dikkate almama durumu. Sonuç, bütünüyle mutsuz bir balıkçılık sektörü.
Bu mutsuzluğu merkezi otoritenin payına düşenleri bir kenara bırakıp salt balıkçı üzerinden yorumlamaya çalışalım. Mesleğini balıkçı olarak icra eden, bunun yanı sıra ikincil düzeyde nafakasını denizden sağlayan bireylerin, nimetinden yararlandıkları deniz ve onun ortamındaki sayısız denilebilecek canlılar ve onların kendileri arasındaki ilişkiler hakkında bilgisi nedir acaba! Bir yanda doğru kullanılmayan bilgi, diğer yanda deniz etiği kavramının olmadığı ortamda işler yolunda gitmez. Nitekim gitmiyor da, gidemez de.

Avcılıklarda avlanmaması gereken boylardaki balık avcılıkları tüm şiddetiyle sürüyor. Kimsenin gıkı çıkmıyor. Tek tük sivil toplum kuruluşlarının feryatları, uyarıları zaman zaman görsel medyada ve basında yer almakta. Ama etkisi nereye kadar? Sonra zaman geçince herkes kulağının üzerine yata gelmekte. Toplum aradan bir süre geçince o da olanları kanıksamakta ve işin hazin tarafı haklılıklar, heyecanlar, destekler yerini duyarsızlığa terk etmekte. Günümüze kadar bu böyle olmadı mı?

Ben genelde haftada iki kez Kadıköy’deki pazar yerine uğrar ve balık alırım. Her pazara inişimde benliğimi çoğu kez bir hayal kırıklığı, hayret, öfke ve üzüntü kaplar. Çünkü pazar yerindeki balıkçı tezgahlarında satılan balıkların en az yüzde sekseni avlanılmaması gereken balıklardır. Hele tezgahlardaki tepelemesine defne yaprağı, çinakop, sarı kanatları gördüğümde bir burukluk içerisinde yapılan balıkçılıktan tiksinirim. Kendi kendime de söylenirim “-Günyüzü görmemiş balıklar ağlamadığı için mi onları toplum olarak algılamakta zorlanıyoruz; yine o balıklar can çekişirken inlemedikleri için mi çok şeyin farkında olamıyoruz. Denizlerin süt kuzusu konumundaki balıkları avlamanın bir cinayetten ne farkı var ki. Devletin hüküm ve tasarrufu altında olan denizlerimizi ve canlı kaynaklarını “deniz etiği” açısından bu kişi ve kişilere nasıl teslim edebiliriz.”

Balıkçılıkta ekmek kapısına saygı esastır ve öyle olmalıdır. Ekmek kapısına saygı doğaya saygının da bir göstergesidir. Ne var ki günümüzde balıkçıyı da yoldan çıkaran üstün bir teknoloji döneminden geçiyoruz. Bu bir anlamda son teknolojiyle donatılmış bir balıkçı teknesinden, balığın kaçacak delik bulabilmesinin bile olanaksızlaştığını gösterir. Bu süreç aynı zamanda balıkların özgür ortam diye adlandırdığımız denizlerde özgürlüklerini de yitirdiği anlamını taşır. Özgür ve uçsuz bucaksız denizler artık yüksek teknolojinin acımasız üstünlüğü ile devasa sucul bir kafese dönüúmüştür. Kendimi bazen o balıkların yerine koyar ve içimden “-Özgür ortamda özgürlüğümü kısıtlayan bu yüksek teknoloji kahrolsun” derim. Balıkların özgürlüğünü kısıtlayan, üremelerine bile fırsat vermeyen, sonu gelmeyen vahşi avlanmalarla yaşadığı ortamın yaşanabilir olma özelliğini yitirten teknolojiyi üreten insanoğluna daha başka ne denebilir ki.

Kağıt üzerinde yazılı ve kısmi radikal önlem içeren her doğru bir reform olarak yorumlanmamalıdır. Kağıt üzerinde yazılı olan doğrular uygulama alanlarında da hayat bulur ise reform tanımlamasına dahil olurlar. Bu nedenle gerçek reform ancak “balıkçının zihninde reform” yapmaktan geçer. Gerçek reform alanı “balıkçının zihnidir”. Bu da ancak balıkçı camiasında deniz etiği kavramını işlemekle olasıdır. Bu kavram sabırla işlenir ve sektör bu konuda bilinçlendirilirse o zaman balıkçılıkta reform yapmanın kapısı da kendiliğinden açılır. Bu kapıyı açmaya “çam sakızı, çoban armağanı” kabilinden bir balıkçı andı ile oluşturulacak yapıya bir tuğla koymayı benimsedim.


BALIKÇI ANDI

Denizlerin, göllerin ve nehirlerin ekmek kapım olduğunu kabul ederek; Onu ve bünyesindeki tüm canlıları olası her türlü olumsuzluklardan arındıracağıma; Devletin koyduğu koruyucu kurallara riayet edeceğime; Balıkçılık yasasına aykırı davranan sorumsuz kişileri camiamızda barındırmayacağıma; Neslini devam ettirme durumunda olmayan balıkları avlamayacağıma; Devletin ve yerel yönetimlerin denetleme görevlilerine her koşulda yardımcı olacağıma; Yaradan’ın bizlere emanet ettiği mavi dünyadaki canlıları sonsuza dek koruyacağıma; Balıkçı sözü olarak namusum ve şerefim üzerine ant içerim. 


Balıkçılığımızın aydınlık olması için tüm balıkçılar olarak geleceğimizin inşasına elbirliği ile birer tuğla koymaya ne dersiniz? 



Not: 
Bu makale “Vira Dergisi”nin şubat 2013, Sayı 76, Sayfa 52-55’te yayımlanmıştır.