3 Nisan 2011 Pazar

USKUMRUNUN İNTİHARI

Yine tarihten bir yaprak.

Ne yapalım,mevsim başlayana kadar hatıralarla avunacağız.

.....

-Hadi,oğlum kalk, dedi babam, ayağıma hafifçe dokunarak,

-Hadi kalk, yoksa geç kalacağız. Güneş doğmadan denizde olmamız lazım.

Boşanan bir zemberek gibi fırladım yataktan. Kolay mı, akşamdan beri tavşan uykusunda, hep bu anı bekliyorum.

Yüzümü ne zaman yıkadım, giyinip çıkmam kaç dakika sürdü, bilmiyorum. Kendimi kapının önünde buldum.
Hazırdım.Ben de çiroz tutmaya gidiyordum.

50'li yıllardı,mevsim ilkbahar, Nisan'ın sonu,Mayıs'ın başıydı.İlkokula gidiyordum herhalde.

...

Sandala binip dereden cıkmaya başladık.Küçüksu'ya doğru ağır ağır ilerlerken babam, başını küpeşteden uzatmış karanlık suları delercesine dibi gözlüyordu.

Bu karanlıkta ne görülürdü ki, hiiç. Ümit işte diyordum,dibe bakıyor,balık görecek de ağı çevireceğiz.

Ağ dediğim,babamın kendi yaptığı,kışın Ocak-Şubat'ta, denizde kılçık yokken,derede kefal tuttuğumuz, kolları 15,torbası 3-4 kulaç olan minyatür bir manyat.

DERE IRIBI diyoruz.İşte bu mevsimde de,senelere göre değişmekle beraber,Nisan'dan Haziran ortalarına kadar çiroz tutuyoruz, kıyılarda.

Babamın telaşlı sesi düşüncelerimi bölüyor.

-Sıya oğlum sıya,çabuk,balık geçiyor.Sen de şu ipi al, atla kıyıya.

Ağabeyim sıya ederken, ben makas ipini kaptığım gibi sandalın kıçından yarım metre genişlikteki kumsala atlıyorum.

Ağı çeviriyorlar.Torbayı atınca bana, -Ağır ağır çek, diye işaret ediyor.

Başlıyorum çekmeye, ağır ağır,hızlı çek dese yandım.Gücüm yetmiyor ki daha fazlasına.

Ağı çevirip sandalı baştankara ederek kıyıya atlıyorlar.Ağabeyim bana yardıma geliyor,babam da kıç koluna asılıyor.

Çekiyoruz ama ben balık falan görmüyorum.

Derken babam, tamam ağın içinde balık var.kurşun yakasını yerden kaldırma,istavrit varsa kıyıya gelip ağın altından çıkmasın.diyor.

Biraz daha çekince ana ağzının mantarı dikiliyor.Bakıyorum,babamın yüzünde belli belirsiz bir sevinç.

Anlıyorum,torbada epey balık var.

Nihayet torbayı alıyoruz.İki çavalye çiroz.müthiş bir titremeyle,minicik pullarını etrafa sıçratıp yüzümüze gözümüze yapıştırıyorlar.

Gün ağarmaya başlıyor.Biraz sonra şafak sökecek.

Ağaçlar yeşillenmiş,Kuşlar,coşkuyla ötüşüyor.

Deniz çarşaf gibi sakin,hava mis kokuyor.Anlatılamaz bir güzellik.

-Hey Allah'ım diyorum, kendi kendime,kimbilir,şu yalılarda yaşayan zenginlerden kaçı bu güzelliği görüyor.Muhtemelen,çoğu, günün bu en harika saatlerini uykuda geçiriyor.

İçimi kaplayan acıma duygusu, mutluluğumu bastırıyor.

Sonra,kendime dönüyorum. Baban kaldırmasaydı, sen de leş gibi uyuyordun ya şimdi elaleme akıl mı öğretiyorsun, diyorum.

Öyle bir bahar sabahı,öyle bir seher vakti ki,

sanki şarkı benim için yazılmış.

-Bahar gelince ben hep böyle olurum.mutluyum...

.....

Bu hikaye,her bahar,her sabah, ayrı bir güzellikte yıllarca devam etti.Taaaa Kİ....

O sabah da birkaç voli yapmış,Küçüksu'daki son volide gerçekten VOLİYİ VURMUŞTUK.Balığı çavalye alacak gibi değildi.

Ambara boşalt oğlum kepçeyi, dedi, başka çare yok, ambara boşalt.

Ağabeyim,torbadan kepçelediği çirozları sandalın içine boşaltmaya başladı.

Allah bereket versin.bugün iyi bir gün.

Ben kürekteyim.Balık,oturağın altına kadar doldu.Artık eve dönme vakti, ama nasıl kürek çekeceğim.

Bacaklarımı gergi tahtasının üstüne uzatmış,pul yağmuru altında kürek çekmeye çalışıyorum.Palaları denizden çıkarmak için topaçları bastırdıkça dizlerimi dövüyorum.

...

Biz uğraşırken vakit epey ilerledi.Ama Beykoz'dan saat altıda kalkan ilk otobüs hala geçmedi.Başka bir araba da görmedim.Sabahın sessizliği,olanca ihtişamıyla devam ediyor.

Ben,artık babam bana söz verdiği yeni ayakkabıyla pantolonu alır diyorum.Sevinçliyim.

Derken bir askeri araç belirdi.Bizi görünce durdular.

Biri bağırdı...-Heeey,siz ne yapıyorsunuz orada?

-Birşey yapmıyoruz balık tutuyoruz.Ne var, ne oldu?

-Çabuk evinize gidin,ihtilal oldu.Sokağa çıkma yasağı var.

-Hay Allah,ihtilalinizin de yasağınızın da sizin de.....

Başka zaman mı bulamadınız ihtilal yapacak.İlkbaharın yazla kucaklaştığı bu güzelim günde, 27 Mayıs'ta,sandalı yüklemişken,nerden çıktı şimdi bu ihtilal.

Biz bu balığı ne yapacağız,kime nasıl satacağız.

Ya benim yeni ayakkabıyla pantolon ne olacak.

İçimden taşan duygularla,Sabahın sessizliği kadar sessiz,haykırıyorum.

-Ben size ne yaptım.Ne ben sizi tanırım,ne de siz beni.Öyleyse neden benim yeni ayakkabımla pantolonuma karşı ihtilal yaptınız.

Kabataş Erkek Lisesi birinci sınıfındayım.Üstüm başım temiz ama kimbilir ne zaman yeniydi.

Babam mütevekkil,durumu farkediyor.

-Üzülme oğlum.Biz de bunları çiroz yaparız.

İyi,yapalım da bu kadar balığı eve nasıl taşıyacağız.

Baksana adam, sokağa cıkmak yasak, diyor.Umurunda mı senin balığın,açlığın yeni ayakkabın.

O da görevini yapıyor.

Balıkları bir şekilde eve taşıyoruz.Babam annemin de yardımıyla 500-600 kg balığı tuzluyor,barsaklarını çekiyor,ipe diziyor.Bahçeye gerdiğimiz iplere asıyoruz,kurusunlar diye.

Sahi,çiroz da ne güzel yenir be.
Ben sıcak sıcak yemeyi severim.Ateşin üzerinde güzelce alazlayacaksın.
Sonra bir gazete kağıdının arasında dikine tutup dirhemle döveceksin.Ben terazinin dirhemiyle döverdim çirozları.Sonra iki elinin arasına alıp güzelce yuvarladın mı,kabukları dökülür, yanıkları gider.Dövülünce ezilmiş, lif lif olmuş,dişetlerimi yakardı yerken.

Ben sirkeli sevmem,yumuşasın diye sirkeye yatırırlar ama,bana sertleşmiş gibi geliyor.Kimbilir belki de sirke sevmediğim içindir.

.....

O günden sonra ırıpla bir daha çiroz tutamadık.

Geldiler gelmesine ya.Bir tuhaf,bir garipti gelişleri.

Artık o dipten geçen, ağın içinde dolaşan yemyeşil bulutlar yoktu.

Şimdi artık ben de görebiliyordum onları.Babamın karanlık suları delen bakışlarıyla gördüğü uskumruları.

Ama bunlar farklıydı,beyazdı benim uskumrularım.Hem de dipte çok fazla hareket etmiyorlardı.

Janjanlı sedef,bembeyaz karınlarını suyun yüzüne çevirmiş,hafif kuyruk hareketleriyle, yüzmüyor,adeta dipte yuvarlanıyorlardı.

Gözüm,rıhtımın taşlarına ilişti.

Aman Allah'ım, o da ne,.. taşların arasındaki her delikte birkaç uskumru,kuyruk sallayarak,sanki rıhtımı delmeye çalışıyorlar.

Elimle kuyruğundan tutup çekiyorum,çıkarıp suya bırakıyorum,tekrar bir delik bulup giriyorlar.

Panikliyorum.

Artık onları yakalamayı değil, nasıl kurtaracağımı düşünüyorum.

Lütfen,güzel uskumrular,lütfen kalkın,Karadeniz'e az kaldı, gayret.

Size yalvarıyorum, ne olur kalkın, yüzün, biraz gayret edin.

Ne o ? Yoksa bana mı darıldınız, intihar mı ediyorsunuz?

Bilmiyor musunuz, intihar çok büyük günahtır.

Hem biz sizi yumurtalı döneminizde tutmadık ki.Yumurtanızı dökmüş,yaylaya,Karadeniz'e gidiyordunuz.Adı üstünde, çirozdunuz siz.

Hiçbir resmi yasak yokken,biz yasakları kendi şuurumuzla koyuyorduk, bilmiyor musunuz?

Yavru balıkları, büyü de gel,diye denize atardık.Yengeçleri bile öldürmezdik.Parmaklarımızı sıkıştırmalarına aldırmadan,ağdan canlı çıkarıp tekrar geldikleri denize geri gönderirdik.
Bilmiyor musunuz?

Heeey,bak gene o deliğe giriyorlar.çıkın ordan be , artık o torik, kofana canavarları da yok,sizi kıyıya sıkıştıracak.Kalkın işte, yüzüp gidin Karadeniz'e.

Bütün yalvarmalarım boşuna..gitmediler.

Gitmediler ve tabii...bir daha da gelmediler.

-Küstü,dedi bazı balıkçılar.Yunan'a gitmiş.

Aradan 45 yıl geçti,hala anlamış değilim, uskumruların neden intihar ettiğini.

Benden başka merak eden oldu mu bilmiyorum.

Zaten, Hidrobiyoloji Araştırma Enstitüsü'nü , masraf oluyor diyerek,Baltalimanı'ndan kaldırıp,Sapanca gölünün kıyısına hapseden zihniyetin,merak etmesini de beklemiyorum.

50'li yılllarda yaptıkları araştırmalarla günümüze ışık tutan,o zamana kadar bilinmeyen birçok balığı sularımızda bulan,göç yollarını,yumurtlama alanlarını keşfeden araştırmacıların ve onlara istedikleri balığı tutarak araştırmalarına kendi çapında katkıda bulunan Anadoluhisar'lı usta oltacı Saim Ağabey'in hatırası önünde saygıyla eğiliyorum.
...

Mahir ERSİN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder